Nisan ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminin halk tarafından yapılması, Türkiye'nin yarı başkanlık sistemine dönüşmesi gibi tartışmalar yavaş yavaş gündeme otururken, önceki gece ilginç bir isim cumhurbaşkanlığına aday olduğunu açıkladı... Çevik Bir...
1995'ten itibaren Genelkurmay İkinci Başkanlığı ve Birinci Ordu Komutanlığı'nda bulunan ve bir dönem geleceğin Genelkurmay Başkanı olarak anılan Çevik Bir özellikle Batı Çalışma Grubu tartışmaları, 28 Şubat kararlarından sonra Genelkurmay başkanı olmadan sessiz sedasız emekliye ayrılmıştı.
Asker olduğu dönemde de politika ile "yakın" ilişkisi olan Bir Paşa, nedense politikayı hep en üst-düzeyden yapmak istiyor.
Bu kez de gözü yine Türkiye Cumhuriyeti'nin en üst noktasında, cumhurbaşkanlığı koltuğunda...
Ancak bu kez işi zor... Bir Paşa yeşil elbise yerine gri takım elbise giyiyor. Bu da kendisini olası diğer adaylarla aynı seviyeye getiriyor.
Üstelik karşısına çıkacak adaylar arasında yıllarca politika yapmış, politikanın bütün inceliklerini bilenler var. Bunların başında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel geliyor.
Ancak Bir Paşa çok iddialı... Bunu CNN Türk'te yaptığı açıklamalarda dile getiriyor ve şöyle diyor:
"Bugüne kadar katıldığım her toplantıda bana destek olanları izledim. Tümünün bana güvendiğini gördüm. Onların desteği ile bu işin altından kalkarım..."
Paşa, "Türkiye için nasıl bir cumhurbaşkanı olursunuz?" sorusuna, "Türkiye'nin önünü açacak bir cumhurbaşkanı" yanıtını veriyor...
İlginç, Çevik Bir, 20 dakikalık konuşmasında yaklaşık 70 kez "Türkiye'nin önünü açacağım" dedi! Ancak "önümüzü nasıl açacağı" konusunda bilgi vermekten kaçındı.
Aktif askerlik döneminde politika ile "yakından" ilgilenen, emekli olduktan sonra politikaya gireceğini açıklayan Çevik Bir'in "önümüzü açmaya" yönelik eylemlerini gerçekten merak ediyorum.
Bunun nedenle biran önce kendisine destek veren gruplarla tartışıp fikirlerini açık ve net bir şekilde ortaya koyması, Türkiye'yi "muhassır medeniyetler seviyesi"ne ulaştırırken kullanacağı araçları tesbit etmesi gerekiyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri ilginç polemikleri de beraberinde getireceğe benziyor. Özellikle gazetecilerin kullanılacakları malzemeler de artıyor!
YENİ ASIR 01 - 12 - 1999
1 Aralık 1999 Çarşamba
30 Kasım 1999 Salı
Atina'da sivil güç
Türkiye'nin Helsinki'de Avrupa Birliği'ne adaylığı yönünde yapılacak oylamada Yunanistan'ın alacağı tavır hala tartışılıyor. Bir grup Yunanistan'ın taviz koparmadan Türkiye'nin adaylığını onaylamayacağını ileri sürerken, diğer grup Atina'nın soruna farklı bakmaya başladığını, Avrupa Birliği'nin lokomotif ülkeleri ve ABD'nin desteği ile adaylık statüsünün Türkiye'ye verileceğini belirtiyor. Ancak bu tartışmalar iki ülke arasındaki ilişkilerin daha ileri götürülmesi yönünde atılan sivil adımları engellemiyor.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların çözümüne destek olmak için kurulan sivil toplum örgütlerinden Türk-Yunan Forumu, geçen haftasonu Atina'da Türkiye ve Yunanistan'dan yaklaşık 45 sivil toplum örgütünün katıldığı bir toplantı düzenledi. Toplantının amacı iki ülke arasındaki sivil toplum örgütlerini daha etkin kılmak ve belli konularda proje üretmelerine destek olarak toplumlararası ilişkileri bir adım daha ileri götürebilmekti...
Toplantıya katılan sivil toplum örgütleri 5 ana başlık altında proje hazırladılar.
1- "Acil yardım alanında ortak çalışma..." Ardarda gelen depremler sırasında Türk ve Yunan kurtarma ekiplerinin her iki toplumda yarattıkları olumlu havayı dikkate alan Türk-Yunan Forumu bu alanda somut bir proje ile daha gelişmiş bir yapının ortaya çıkmasını hedefledi.
2- "Kadınlarla ortak çalışma..." Winpeace, Ka-der gibi örgütlerin iki ülke arasında oynadıkları rolü değerlendiren forum tüm kadın örgütlerinin bir proje altında toplanmasını, böylece daha güçlü hareket etmelerinin mümkün olacağını planladı.
3- "Gençler arasında iletişim..." AIESEC, Avrupa Öğrenciler Birliği gibi uluslararası gençlik örgütlerinin Türkiye ve Yunanistan şubelerinin iki ülke ilişkilerin konusunda ortak çalışmaları bu toplantı sonunda sağlandı. Forum iki ülkenin geleceğini belirleyecek olan gençleri barış organizasyonlarında daha fazla söz sahibi olmalarını amaçlıyor.
4- "Çevre sorunlarının çözümünde ve kültürel değerlerin korunmasında birlikte çalışma..." Türkiye ve Yunanistan'da çevrenin korunması konusunda uzmanlaşmış sivil toplum örgütlerinin katıldığı platformda denizlerin temizlenmesi üzerinde duruldu.
5- "Devletlerin ve toplumların demokratikleştirilmesi.." Toplantının en zor ama en önemli tartışması bu projede yaşandı. Politikanın ve felsefenin öne çıktığı tartışma, toplumların merkezi yönetimin baskısından kurtarılması ve yerel yönetimlere daha fazla güç verilmesi üzerinde odaklandı.
5 ana grup ve 5 büyük proje... Avrupa Birliği'nin maddi desteği ile hayata geçecek bu projeler, iki ülke yakınlaşmasında gerçekten önemli rol oynayacak. Atina'ya gelen sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinde barışın kalıcı olması için gerekli istek ve heyecanı gördüm... Projelerin devreye girmesi ile bu isteğin daha kuvvetleneceğini, toplumun tümüne özellikle de politikacılara yayılacağından eminim...
YENİ ASIR 30 - 11 - 1999
Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların çözümüne destek olmak için kurulan sivil toplum örgütlerinden Türk-Yunan Forumu, geçen haftasonu Atina'da Türkiye ve Yunanistan'dan yaklaşık 45 sivil toplum örgütünün katıldığı bir toplantı düzenledi. Toplantının amacı iki ülke arasındaki sivil toplum örgütlerini daha etkin kılmak ve belli konularda proje üretmelerine destek olarak toplumlararası ilişkileri bir adım daha ileri götürebilmekti...
Toplantıya katılan sivil toplum örgütleri 5 ana başlık altında proje hazırladılar.
1- "Acil yardım alanında ortak çalışma..." Ardarda gelen depremler sırasında Türk ve Yunan kurtarma ekiplerinin her iki toplumda yarattıkları olumlu havayı dikkate alan Türk-Yunan Forumu bu alanda somut bir proje ile daha gelişmiş bir yapının ortaya çıkmasını hedefledi.
2- "Kadınlarla ortak çalışma..." Winpeace, Ka-der gibi örgütlerin iki ülke arasında oynadıkları rolü değerlendiren forum tüm kadın örgütlerinin bir proje altında toplanmasını, böylece daha güçlü hareket etmelerinin mümkün olacağını planladı.
3- "Gençler arasında iletişim..." AIESEC, Avrupa Öğrenciler Birliği gibi uluslararası gençlik örgütlerinin Türkiye ve Yunanistan şubelerinin iki ülke ilişkilerin konusunda ortak çalışmaları bu toplantı sonunda sağlandı. Forum iki ülkenin geleceğini belirleyecek olan gençleri barış organizasyonlarında daha fazla söz sahibi olmalarını amaçlıyor.
4- "Çevre sorunlarının çözümünde ve kültürel değerlerin korunmasında birlikte çalışma..." Türkiye ve Yunanistan'da çevrenin korunması konusunda uzmanlaşmış sivil toplum örgütlerinin katıldığı platformda denizlerin temizlenmesi üzerinde duruldu.
5- "Devletlerin ve toplumların demokratikleştirilmesi.." Toplantının en zor ama en önemli tartışması bu projede yaşandı. Politikanın ve felsefenin öne çıktığı tartışma, toplumların merkezi yönetimin baskısından kurtarılması ve yerel yönetimlere daha fazla güç verilmesi üzerinde odaklandı.
5 ana grup ve 5 büyük proje... Avrupa Birliği'nin maddi desteği ile hayata geçecek bu projeler, iki ülke yakınlaşmasında gerçekten önemli rol oynayacak. Atina'ya gelen sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinde barışın kalıcı olması için gerekli istek ve heyecanı gördüm... Projelerin devreye girmesi ile bu isteğin daha kuvvetleneceğini, toplumun tümüne özellikle de politikacılara yayılacağından eminim...
YENİ ASIR 30 - 11 - 1999
Etiketler:
Türk - Yunan İlişkileri
25 Kasım 1999 Perşembe
Şimdi çalışma zamanı
Helsinki'ye çok az kaldı... Türkiye'nin geleceğini belirleyecek, Türk toplumunun yaşamını yeniden şekillendirecek, Avrupa Birliği adaylığı için devlet bazında yeterince çalışıyor muyuz? Aday statüsünün verilmesinden sonra başlayacak yeniden yapılanma programı için herhangi bir hazırlığımız var mı?
Her iki soru için olumlu yanıt vermek zor.
Dışişleri Bakanı İsmail Cem dışında Helsinki konusunda Türkiye'de ciddi bir çalışma yapan yok. Herkes AGİT Zirvesi'nde alınan sonucun Helsinki için yeterli olduğu düşüncesinde... Politikacılar bugün bile AGİT Zirvesi'nin başarısından bahsediyor, bu başarının üstüne yeni taşlar konması gerektiğini unutuyorlar. Onlara göre Clinton'ın baskısı, Almanya ve Fransa'nın desteği, İngiltere'nin katkıları ile Avrupa Birliği kapılarını açacağız.
Ama AB üyesi ülkelerden ikisine dikkat etmek ve bunu konu üzerinde daha fazla çalışmak gerekiyor. Birincisi Yunanistan... Simitis Hükümeti Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkmıyor. Buna karşılık yaklaşan genel seçimler sırasında muhalefetin bu konuyu işleyeceğini bildikleri için Türk-Yunan ilişkilerinde Türkiye'den jest bekliyorlar. Özellikle Kıbrıs konusu üzerine...
İkincisi İsveç... İnsan hakları ihlallerinden dolayı Türkiye'nin adaylığa hazır olmadığını belirten İsveç üzerine herhangi bir çalışma yapılmıyor ve Türkiye'nin "diğer" yüzü bu ülkenin kamuoyuna yeterince yansıtılamıyor.
Her iki ülkenin çekinceleri Türkiye ve diğer ülkelerin çalışmaları sonucunda yokedilse ve Türkiye Helsinki'de aday ülke konumuna getirilse ne olacak?
İşte bu konu üzerine bugüne kadar yapılan en ufak bir çalışma bile yok...
Öncelikle Türkiye'nin Avrupa Birliği kapısında bekletileceği görüşü nedeniyle devlet içinde yeniden yapılanma için bir program hazırlanmış değil...
Ekonomik sistemden, politik yapıya, adalet sisteminden, eğitime kadar tüm alanlarda ciddi bir yeniden yapılanmanın yaşanacağını düşünürsek Helsinki sonrası Türkiye'nin çok ciddi bir çalışmaya girmesi kaçınılmaz olacak...
Burada başka bir sorun gündeme geliyor... Hangi kadroyla?
Türkiye'nin Avrupa ile bütünleşmesinde gerekli uyum yasalarını çıkaracak, ülkenin ekonomisini yeniden şekillendirecek, demokratikleşme konusunda yeni düzenlemeleri toparlayacak, devletin "sivilleşmesi" için çalışacak, eğitim ve sağlık konusunda etkili kararlar alacak kadroların bugünden kurulması gerekiyor...
Ama Türkiye'ye baktığımızda, genç ve dinamik bir kadronun yaratılması için çalışmak yerine, partizan atamaları sürdüren, tanıdık ve dostları önemli kademelere yerleştiren politikacılar görüyoruz.
Türkiye silkinip üzerindeki ağırlığı atmadıkça, aksak görüntümüzden bir türlü kurtulamayacağız.
YENİ ASIR 25 - 11 - 1999
Her iki soru için olumlu yanıt vermek zor.
Dışişleri Bakanı İsmail Cem dışında Helsinki konusunda Türkiye'de ciddi bir çalışma yapan yok. Herkes AGİT Zirvesi'nde alınan sonucun Helsinki için yeterli olduğu düşüncesinde... Politikacılar bugün bile AGİT Zirvesi'nin başarısından bahsediyor, bu başarının üstüne yeni taşlar konması gerektiğini unutuyorlar. Onlara göre Clinton'ın baskısı, Almanya ve Fransa'nın desteği, İngiltere'nin katkıları ile Avrupa Birliği kapılarını açacağız.
Ama AB üyesi ülkelerden ikisine dikkat etmek ve bunu konu üzerinde daha fazla çalışmak gerekiyor. Birincisi Yunanistan... Simitis Hükümeti Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkmıyor. Buna karşılık yaklaşan genel seçimler sırasında muhalefetin bu konuyu işleyeceğini bildikleri için Türk-Yunan ilişkilerinde Türkiye'den jest bekliyorlar. Özellikle Kıbrıs konusu üzerine...
İkincisi İsveç... İnsan hakları ihlallerinden dolayı Türkiye'nin adaylığa hazır olmadığını belirten İsveç üzerine herhangi bir çalışma yapılmıyor ve Türkiye'nin "diğer" yüzü bu ülkenin kamuoyuna yeterince yansıtılamıyor.
Her iki ülkenin çekinceleri Türkiye ve diğer ülkelerin çalışmaları sonucunda yokedilse ve Türkiye Helsinki'de aday ülke konumuna getirilse ne olacak?
İşte bu konu üzerine bugüne kadar yapılan en ufak bir çalışma bile yok...
Öncelikle Türkiye'nin Avrupa Birliği kapısında bekletileceği görüşü nedeniyle devlet içinde yeniden yapılanma için bir program hazırlanmış değil...
Ekonomik sistemden, politik yapıya, adalet sisteminden, eğitime kadar tüm alanlarda ciddi bir yeniden yapılanmanın yaşanacağını düşünürsek Helsinki sonrası Türkiye'nin çok ciddi bir çalışmaya girmesi kaçınılmaz olacak...
Burada başka bir sorun gündeme geliyor... Hangi kadroyla?
Türkiye'nin Avrupa ile bütünleşmesinde gerekli uyum yasalarını çıkaracak, ülkenin ekonomisini yeniden şekillendirecek, demokratikleşme konusunda yeni düzenlemeleri toparlayacak, devletin "sivilleşmesi" için çalışacak, eğitim ve sağlık konusunda etkili kararlar alacak kadroların bugünden kurulması gerekiyor...
Ama Türkiye'ye baktığımızda, genç ve dinamik bir kadronun yaratılması için çalışmak yerine, partizan atamaları sürdüren, tanıdık ve dostları önemli kademelere yerleştiren politikacılar görüyoruz.
Türkiye silkinip üzerindeki ağırlığı atmadıkça, aksak görüntümüzden bir türlü kurtulamayacağız.
YENİ ASIR 25 - 11 - 1999
Etiketler:
AB - Türkiye İlişkileri
20 Kasım 1999 Cumartesi
Ticaretin tokadı
Hiç TEC adlı televizyon markası duydunuz mu? Ben duymamıştım... Firmanın ismi Girit'in Iraklion kentinde kaldığım bir otel odasında dikkatimi çekti...
Her gece yaptığım gibi "kentlerin gece yaşamlarını öğrenme" turundan dönünce televizyonu açtım. Yunan kanallarından Alfa-5, Düzce depremi ile ilgili son haberleri veriyordu. Ses düğmesine bastım, konuşmaları yeterince anlayabilmek için... Televizyonun sağ köşesinde "ses" yazısı göründü.
Çoğu televizyonlarda İngilizce'den gelen "volume" kelimesinin kısa kullanımı "vol" yazısı görmeye alışmış biri olarak "ses" kelimesi dikkatimi çekti.
İngilizce bir terimin kısaltılması değildi, ama Yunanca ile de ilgisi yoktu. Bir an bunun Türkçe olabileceği aklıma geldi ve diğer düğmeleri de denemeye başladım.
İşte o zaman şaşkınlığım arttı. Çünkü renk ayar düğmesine bastığımda televizyonun köşesinde "renk" yazısı göründü.
Televizyonun arkasını çevirdim, bir ipucu bulur ve bu markanın nereden geldiğini anlayabilirim diye... Ancak arkadaki marka tanıtım yazısı Almanca idi.
İlginç, Türkiye'den yüzlerce kilometre ötede, Yunanistan'ın genel yapısına göre daha milliyetçi bir toplumun yaşadığı yerde böyle bir televizyon! Otel görevlileri televizyonların nereden geldiğini bilmiyor. Birkaç yıldır aynı televizyonları kullandıklarını söylüyorlar ama bu televizyonların nereden ithal edildiğini, nereden satın alındığını bilmiyorlar.
Bence bunun iki yanıtı olabilir.
1 - Almanya'da üretilen televizyonlar Türkiye'nin talebinin üstünde kaldığı ve başka bir ülke tarafından ithal edilmediği için Yunanistan'a getirildi. Ve ucuz olduğu için Yunanlı bir tacir tarafından satın alındı.
2 - Zeki bir Yunanlı ticaret adamı yine zeki bir Türk işadamı ile anlaşarak televizyonları Türkiye'de ürettiler, belli olmasın diye arkasına Almanca bir açıklama koydular. Çok büyük kar sağlayarak bu markayı Yunanistan'da satıyorlar.
Doğru açıklamanın hangisi olduğunu bir türlü öğrenemedim. Otelin sahibi televizyonları ithalatçı bir firmadan aldığını, ancak menşei konusunda bir fikri olmadığını söyledi. Ancak bu örnek bile serbest piyasanın devletçilik, bağımsızlık, milliyetçilik gibi sadece 20. yüzyıla sıkışmış kavramlarına bir tokat gibi geldi bana...
Umarım serbest piyasa ekonomisinin bizden daha çok gücü vardır. Aynı tokadı devletçiler, milliyetçiler ve "bağımsızlar"a vurmak için...
Bu nedenle işadamlarının iki ülkenin ilişkilerinin geliştirilmesi konusunda daha fazla çaba göstermeleri politikacıları bu konuda ikna etmeleri gerekiyor. Türkiye ile Yunanistan arasında oluşturulacak geniş bir ticaret ağı düşmanlığı ortadan kaldırmaya yetecektir...
YENİ ASIR 20 - 11 - 1999
Her gece yaptığım gibi "kentlerin gece yaşamlarını öğrenme" turundan dönünce televizyonu açtım. Yunan kanallarından Alfa-5, Düzce depremi ile ilgili son haberleri veriyordu. Ses düğmesine bastım, konuşmaları yeterince anlayabilmek için... Televizyonun sağ köşesinde "ses" yazısı göründü.
Çoğu televizyonlarda İngilizce'den gelen "volume" kelimesinin kısa kullanımı "vol" yazısı görmeye alışmış biri olarak "ses" kelimesi dikkatimi çekti.
İngilizce bir terimin kısaltılması değildi, ama Yunanca ile de ilgisi yoktu. Bir an bunun Türkçe olabileceği aklıma geldi ve diğer düğmeleri de denemeye başladım.
İşte o zaman şaşkınlığım arttı. Çünkü renk ayar düğmesine bastığımda televizyonun köşesinde "renk" yazısı göründü.
Televizyonun arkasını çevirdim, bir ipucu bulur ve bu markanın nereden geldiğini anlayabilirim diye... Ancak arkadaki marka tanıtım yazısı Almanca idi.
İlginç, Türkiye'den yüzlerce kilometre ötede, Yunanistan'ın genel yapısına göre daha milliyetçi bir toplumun yaşadığı yerde böyle bir televizyon! Otel görevlileri televizyonların nereden geldiğini bilmiyor. Birkaç yıldır aynı televizyonları kullandıklarını söylüyorlar ama bu televizyonların nereden ithal edildiğini, nereden satın alındığını bilmiyorlar.
Bence bunun iki yanıtı olabilir.
1 - Almanya'da üretilen televizyonlar Türkiye'nin talebinin üstünde kaldığı ve başka bir ülke tarafından ithal edilmediği için Yunanistan'a getirildi. Ve ucuz olduğu için Yunanlı bir tacir tarafından satın alındı.
2 - Zeki bir Yunanlı ticaret adamı yine zeki bir Türk işadamı ile anlaşarak televizyonları Türkiye'de ürettiler, belli olmasın diye arkasına Almanca bir açıklama koydular. Çok büyük kar sağlayarak bu markayı Yunanistan'da satıyorlar.
Doğru açıklamanın hangisi olduğunu bir türlü öğrenemedim. Otelin sahibi televizyonları ithalatçı bir firmadan aldığını, ancak menşei konusunda bir fikri olmadığını söyledi. Ancak bu örnek bile serbest piyasanın devletçilik, bağımsızlık, milliyetçilik gibi sadece 20. yüzyıla sıkışmış kavramlarına bir tokat gibi geldi bana...
Umarım serbest piyasa ekonomisinin bizden daha çok gücü vardır. Aynı tokadı devletçiler, milliyetçiler ve "bağımsızlar"a vurmak için...
Bu nedenle işadamlarının iki ülkenin ilişkilerinin geliştirilmesi konusunda daha fazla çaba göstermeleri politikacıları bu konuda ikna etmeleri gerekiyor. Türkiye ile Yunanistan arasında oluşturulacak geniş bir ticaret ağı düşmanlığı ortadan kaldırmaya yetecektir...
YENİ ASIR 20 - 11 - 1999
Etiketler:
Türk - Yunan İlişkileri
13 Ekim 1999 Çarşamba
Evren barışı kurtardı!
Sayın Kenan Evren Rodosspor ile Marmarisspor'un depremzedelerin yararına bugün oynanması planlanan futbol maçı için Rodos'a gitmeyeceğini açıkladı. Sayın Evren bu açıklamasını şu gerekçeye dayandırdı: "İki ülke arasındaki ilişkilerin yumuşama dönemine girmesi çerçevesinde, bu yakınlaşmayı kuvvetlendirmek için Rodos'a gidecektim. Rodos'ta Kıbrıslılar Cemiyeti yerel bir gazete çıkarıyor. Seyahatimi kötü yorumlayıp (savaşın komutanı geliyor) şeklinde haberler yayınlamışlar. Bu haberleri görünce adaya gitmeme kararı aldım. Kıbrıs Harekatı sırasında Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı idim. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilanında ise devlet başkanıydım. Kıbrıslı Rumlar bu nedenle yayın yapmış olabilirler. Gitseydim çirkin olaylar gerçekleşebilir, iki ülke arasındaki yumuşama dönemi olumsuz etkilenirdi..."
Sayın Evren'i bu yaklaşımından dolayı "tebrik" ediyorum.
Ancak burada önemli bazı noktalar var.
Öncelikle Sayın Evren iki ülke arasındaki ilişkilerin yumuşatılması konusunda aktif görev alabilir mi? Türkiye demokrasi tarihindeki önemli bir lekenin baş aktörlerinden biri olarak barış ve demokrasinin gelişimine nasıl katkı koyabilir?
İkinci olarak Sayın Evren'e Türk devletinin ve Türk toplumunun bakışı ile uluslararası kamuoyunun bakışı arasındaki farkı ortaya koymak gerekiyor... Türk basını Sayın Evren'den Türkiye'deki politik ve sosyal gelişimi hakkında görüş alıyor, Marmaris'teki emeklilik hayatı konusunda Türk toplumunu bilgilendiriyor!
Ancak birkaç ay önce ölen Yunanistan'daki askeri darbenin lideri Papadopoulos'un yaşamının sonuna kadar hapishanede kalmasına ses çıkarmayan, Şili'nin devrik lideri Pinoche'nin hastalığı nedeniyle geldiği İngiltere'de yargılanmasına ve mahkemenin "İspanya'da yeniden yargılansın" kararına destek veren uluslararası kamuoyu, Sayın Evren'e de bizden "farklı" bakıyor...
Sayın Kenan Evren'in bu bilgiler ışığında Marmaris'te kendine sağlanan iyi şartlarda emeklilik yaşamını sürdürmesini, sağlığı nedeniyle "uluslararası" konulara aktif olarak katılmaması daha mantıklı buluyorum. Çünkü karşısına sadece Yunanistan'da değil, başka bir Batı ülkesinde de yasal sorunlar çıkabilir...
Bir not da Marmarisspor için... Dostluk maçı ikinci kez tehir edildi. İlk tehirin nedeni Marmarisli futbolcuların bazılarının pasaportları olmaması idi. Uluslararası anlaşmalara göre pasaportu olmayan bir kişinin değil başka ülkeye girmesi kendi ülkesinden bile çıkması mümkün değildir. Ancak bu Türk basını tarafından "Yunanlılar vize vermedi" şeklinde aktarıldı.
Dün açıklanan ikinci tehirin nedeni ise vize idi. Ancak Marmarisspor bırakın vize alamamayı bu konuda düne kadar Yunan Konsolosloğu'na bir başvuruda bile bulunmamıştı. Onları haber yapmak için Rodos'a gidecek olan tüm gazeteciler konsolosluktan vizelerini alırken, asıl haber olacak insanlar vize için hiçbir girişimde bulunmamışlardı....
YENİ ASIR 13 - 10 - 1999
Sayın Evren'i bu yaklaşımından dolayı "tebrik" ediyorum.
Ancak burada önemli bazı noktalar var.
Öncelikle Sayın Evren iki ülke arasındaki ilişkilerin yumuşatılması konusunda aktif görev alabilir mi? Türkiye demokrasi tarihindeki önemli bir lekenin baş aktörlerinden biri olarak barış ve demokrasinin gelişimine nasıl katkı koyabilir?
İkinci olarak Sayın Evren'e Türk devletinin ve Türk toplumunun bakışı ile uluslararası kamuoyunun bakışı arasındaki farkı ortaya koymak gerekiyor... Türk basını Sayın Evren'den Türkiye'deki politik ve sosyal gelişimi hakkında görüş alıyor, Marmaris'teki emeklilik hayatı konusunda Türk toplumunu bilgilendiriyor!
Ancak birkaç ay önce ölen Yunanistan'daki askeri darbenin lideri Papadopoulos'un yaşamının sonuna kadar hapishanede kalmasına ses çıkarmayan, Şili'nin devrik lideri Pinoche'nin hastalığı nedeniyle geldiği İngiltere'de yargılanmasına ve mahkemenin "İspanya'da yeniden yargılansın" kararına destek veren uluslararası kamuoyu, Sayın Evren'e de bizden "farklı" bakıyor...
Sayın Kenan Evren'in bu bilgiler ışığında Marmaris'te kendine sağlanan iyi şartlarda emeklilik yaşamını sürdürmesini, sağlığı nedeniyle "uluslararası" konulara aktif olarak katılmaması daha mantıklı buluyorum. Çünkü karşısına sadece Yunanistan'da değil, başka bir Batı ülkesinde de yasal sorunlar çıkabilir...
Bir not da Marmarisspor için... Dostluk maçı ikinci kez tehir edildi. İlk tehirin nedeni Marmarisli futbolcuların bazılarının pasaportları olmaması idi. Uluslararası anlaşmalara göre pasaportu olmayan bir kişinin değil başka ülkeye girmesi kendi ülkesinden bile çıkması mümkün değildir. Ancak bu Türk basını tarafından "Yunanlılar vize vermedi" şeklinde aktarıldı.
Dün açıklanan ikinci tehirin nedeni ise vize idi. Ancak Marmarisspor bırakın vize alamamayı bu konuda düne kadar Yunan Konsolosloğu'na bir başvuruda bile bulunmamıştı. Onları haber yapmak için Rodos'a gidecek olan tüm gazeteciler konsolosluktan vizelerini alırken, asıl haber olacak insanlar vize için hiçbir girişimde bulunmamışlardı....
YENİ ASIR 13 - 10 - 1999
Etiketler:
Türk - Yunan İlişkileri
29 Eylül 1999 Çarşamba
Evren sorunu
İki toplum da Akdenizli olunca, elimize geçen en önemli fırsatı, deprem sonrası ivme kazanan Türk-Yunan dostluğunu, abartma konusunda birbirlerinden geri kalmıyorlar... Bunun son örneği Rodos-Marmaris arasında yaşandı. Rodos Spor Kulübü futbol takımı ile Marmarisspor arasında geliri depremzedelere bırakılacak bir futbol maçı planlandı. Yapılan görüşmelerden sonra maçın dün oynanması planlandı. Yunan tarafı Marmarisspor'a ilettiği faksta, gelecek olan davetlilerden vize aranmadığını belirtti. Ancak Marmarisspor takımındaki futbolcuların büyük kısmında pasaport bulunmaması nedeniyle maç oynanamadı ve bir ileri tarihe ertelendi.
Bunlar olağan şeyler. Beni asıl ilgilendiren nokta davetliler arasında bulunan 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in konumu üzerine...
Türkiye neden hala ayaklarının üzerinde duramıyor? Neden 1982 Anayasası tartışılıyor? Neden bazı güçlerin demokratik yapıların üzerinde olduğu ileri sürülüyor? Neden Avrupa Birliği, insan hakları ve demokrasi diye bastırıyor?
Bunların nedenini öğrenmek için çok değil, 19 yıl öncesine dönmemiz ve yakın Türkiye tarihine kısa bir göz atmamız yeterli... Deprem sonrası dost olduğumuz "demokratik Yunanistan"ın da Türkiye'nin yakın tarihine gözatması gerekecek. Aslında Yunanlılar yakın tarihimizi iyi biliyorlar. Yaptığımız her konuşmada Türkiye'deki parlamento üzerindeki güçleri vurguluyor ve Türkiye'nin demokratikleşmesini istiyorlar... Ben de istiyorum... Ama bana bunu söylerken bu koşulların oluşmasında başrol oynayan birini bir "dostluk maçı" için Rodos'a davet etmenin mantığını anlamıyorum.
Rodos Valiliği ile yaptığım konuşmada yapılan davetin isim bazında olmadığını, Sayın Evren'in de Rodos'a geleceğini basından öğrendiklerini söylediler. 12 Adalar Valiliği Hukuk Danışmanı Nikos Papanikitas'ın Marmaris'e gönderdiği ikinci faksta ise şu cümleler yeralıyor..."Türkiye Cumhuriyeti 7. Cumhurbaşkanı için en yüksek koruma önlemleri Yunanistan devleti tarafından sağlanacaktır. Aynı zamanda Yunanistan Hükümeti kendisini yazılı ve resmi olarak Rodos'a davet edecektir."
Fakstan da anlaşılacağı gibi Evren'in Rodos'a gitme isteği Yunanlılar tarafından yapılan ilk davetten sonra ortaya çıkmış, Yunanlılar da bu olayı resmiyete dönüştürme kararı almışlar... Ancak bu olayda çok önemli çelişkiler var.
Birincisi Yunanistan demokrasi uğruna 1974 yılında hapse gönderdiği albaylar cuntasının lideri Papadopoulos'un ölümüne kadar hapishaneden çıkmasına izin vermedi. Bana göre de doğru yaptı...
Ama aynı Yunanistan, 1980 darbesi ile iktidara gelen ve bugüne kadar Türkiye'nin elini kolunu bağlayan Kenan Evren'i dostluk adına ülkeye davet ediyor... Günlerdir yazıyorum, Türk-Yunan dostluğu, temelleri sağlam bir yapı üstüne kurulmalı... Son günlerde yaşadığımız "abartılı" ve "ciddiyetten uzak" tavırlar iki ülke ilişkilerine yarardan çok zarar getirecek...
YENİ ASIR 29 - 09 - 1999
Bunlar olağan şeyler. Beni asıl ilgilendiren nokta davetliler arasında bulunan 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in konumu üzerine...
Türkiye neden hala ayaklarının üzerinde duramıyor? Neden 1982 Anayasası tartışılıyor? Neden bazı güçlerin demokratik yapıların üzerinde olduğu ileri sürülüyor? Neden Avrupa Birliği, insan hakları ve demokrasi diye bastırıyor?
Bunların nedenini öğrenmek için çok değil, 19 yıl öncesine dönmemiz ve yakın Türkiye tarihine kısa bir göz atmamız yeterli... Deprem sonrası dost olduğumuz "demokratik Yunanistan"ın da Türkiye'nin yakın tarihine gözatması gerekecek. Aslında Yunanlılar yakın tarihimizi iyi biliyorlar. Yaptığımız her konuşmada Türkiye'deki parlamento üzerindeki güçleri vurguluyor ve Türkiye'nin demokratikleşmesini istiyorlar... Ben de istiyorum... Ama bana bunu söylerken bu koşulların oluşmasında başrol oynayan birini bir "dostluk maçı" için Rodos'a davet etmenin mantığını anlamıyorum.
Rodos Valiliği ile yaptığım konuşmada yapılan davetin isim bazında olmadığını, Sayın Evren'in de Rodos'a geleceğini basından öğrendiklerini söylediler. 12 Adalar Valiliği Hukuk Danışmanı Nikos Papanikitas'ın Marmaris'e gönderdiği ikinci faksta ise şu cümleler yeralıyor..."Türkiye Cumhuriyeti 7. Cumhurbaşkanı için en yüksek koruma önlemleri Yunanistan devleti tarafından sağlanacaktır. Aynı zamanda Yunanistan Hükümeti kendisini yazılı ve resmi olarak Rodos'a davet edecektir."
Fakstan da anlaşılacağı gibi Evren'in Rodos'a gitme isteği Yunanlılar tarafından yapılan ilk davetten sonra ortaya çıkmış, Yunanlılar da bu olayı resmiyete dönüştürme kararı almışlar... Ancak bu olayda çok önemli çelişkiler var.
Birincisi Yunanistan demokrasi uğruna 1974 yılında hapse gönderdiği albaylar cuntasının lideri Papadopoulos'un ölümüne kadar hapishaneden çıkmasına izin vermedi. Bana göre de doğru yaptı...
Ama aynı Yunanistan, 1980 darbesi ile iktidara gelen ve bugüne kadar Türkiye'nin elini kolunu bağlayan Kenan Evren'i dostluk adına ülkeye davet ediyor... Günlerdir yazıyorum, Türk-Yunan dostluğu, temelleri sağlam bir yapı üstüne kurulmalı... Son günlerde yaşadığımız "abartılı" ve "ciddiyetten uzak" tavırlar iki ülke ilişkilerine yarardan çok zarar getirecek...
YENİ ASIR 29 - 09 - 1999
Etiketler:
Türk - Yunan İlişkileri
Soyadların dili
Atina'da, Sabah gazetesinin bürosunda bir arkadaşımın telefonunu bulmak için rehbere bakıyorum. Soyadlarından yola çıkarak telefonu bulmaya çalışırken bazı soyadları dikkatimi çekti. Bir Türk'e böyle bir soyadını değil kabul ettirmek bu soyadını vermek isteyen devlet görevlilerine sorun çıkarması içten bile değil. Selanik'te yaşayan Bay Bangalis'in soyadı "Karaibnes..." üstelik Bay Bangalis bir işadamı. Dolayısı ile ilginç soyadı Selanik'in outdoor reklam panolarında bile bulunuyor.
Kostas'ın soyadı ise "Kerhanecioğlu..." sadece kerhaneci değil üstelik "kerhanecinin oğlu..."
Bir gazeteci arkadaşımın soyadı "Deli Petro...". Ünlü Rus Çarı'na Osmanlılar ve daha sonra Türkler tarafından verilen bir sıfatı Anadolu'dan geçen Rum ailesi soyadı olarak kullanmış. İlginçtir Rus Çarı Petro için Batılılar'ın kullandığı sıfat "Büyük Petro..." sadece biz Rus Çarı'na Deli Petro diyoruz.
İlginç soyadları dizi halinde devam ediyor Yunanistan'da. Mesela Kuloğlu. Türk-Yunan ilişkilerinin gelişmesi konusunda yıllardır çalışan, ERT-3'te bu konu üzerine program hazırlayan Stelyo Kuloğlu'nun ailesi de İzmir kökenli. Bunun dışında binlerce soyadı daha var Türkler'e ilginç gelecek olan... Parmaksız, Gedikoğlu, Yıldız gibi...(peki nasıl oluyorda Türkiye'de kısır olarak kullanılan kelimeler Yunanistan'da soyadına dönüşüyor.
Nedeni aslında çok basit 1924 yılında mübadeleden hemen sonra her ülkede oluşturulmaya çalışılan modern devletin bir ölçüsü de soyadı sorununun çözmek idi. Mübadele sonrası Yunanistan'a göçen Hıristiyanlar'ın modern devlet ilkeleri doğrultusunda soyadı almaları gerekiyordu. Zavallı Anadolulu Hıristiyan ailelere Yunan devleti tarafından şu soru soruldu.
"Soyadınız ne olacak?"
Devlet görevlisi bir yanıt alamayınca ikinci bir soru sordu, evlerini, geçmişlerini, ilişkilerini kaybetmiş ve Yunanistan'la hiç bir bağı olmayan bu insanlara
"Sizi Küçük Asya'da nasıl çağırırlardı?"
"Bilmem, babama kerhaneci derlerdi..."
Yunan devlet görevlisi anlamını bilmediği bu yanıtı hemen değerlendirir ve "Tamam, bundan sonra soyadın Kerhanecioğlu" kararını verirdi
İki devlet başkanının aldığı politik bir kararın topluma, milyonlarca insana yansımasının önemli bir göstergesi yukarıdaki örnekler.
YENİ ASIR 20 - 09 - 1999
Kostas'ın soyadı ise "Kerhanecioğlu..." sadece kerhaneci değil üstelik "kerhanecinin oğlu..."
Bir gazeteci arkadaşımın soyadı "Deli Petro...". Ünlü Rus Çarı'na Osmanlılar ve daha sonra Türkler tarafından verilen bir sıfatı Anadolu'dan geçen Rum ailesi soyadı olarak kullanmış. İlginçtir Rus Çarı Petro için Batılılar'ın kullandığı sıfat "Büyük Petro..." sadece biz Rus Çarı'na Deli Petro diyoruz.
İlginç soyadları dizi halinde devam ediyor Yunanistan'da. Mesela Kuloğlu. Türk-Yunan ilişkilerinin gelişmesi konusunda yıllardır çalışan, ERT-3'te bu konu üzerine program hazırlayan Stelyo Kuloğlu'nun ailesi de İzmir kökenli. Bunun dışında binlerce soyadı daha var Türkler'e ilginç gelecek olan... Parmaksız, Gedikoğlu, Yıldız gibi...(peki nasıl oluyorda Türkiye'de kısır olarak kullanılan kelimeler Yunanistan'da soyadına dönüşüyor.
Nedeni aslında çok basit 1924 yılında mübadeleden hemen sonra her ülkede oluşturulmaya çalışılan modern devletin bir ölçüsü de soyadı sorununun çözmek idi. Mübadele sonrası Yunanistan'a göçen Hıristiyanlar'ın modern devlet ilkeleri doğrultusunda soyadı almaları gerekiyordu. Zavallı Anadolulu Hıristiyan ailelere Yunan devleti tarafından şu soru soruldu.
"Soyadınız ne olacak?"
Devlet görevlisi bir yanıt alamayınca ikinci bir soru sordu, evlerini, geçmişlerini, ilişkilerini kaybetmiş ve Yunanistan'la hiç bir bağı olmayan bu insanlara
"Sizi Küçük Asya'da nasıl çağırırlardı?"
"Bilmem, babama kerhaneci derlerdi..."
Yunan devlet görevlisi anlamını bilmediği bu yanıtı hemen değerlendirir ve "Tamam, bundan sonra soyadın Kerhanecioğlu" kararını verirdi
İki devlet başkanının aldığı politik bir kararın topluma, milyonlarca insana yansımasının önemli bir göstergesi yukarıdaki örnekler.
YENİ ASIR 20 - 09 - 1999
Etiketler:
Türk - Yunan İlişkileri
17 Eylül 1999 Cuma
Basına önemli görev
Türkleri ve Yunanlıları anlamak zor. Gerçekten bu iki toplumu bir yere toplayıp psikolojik muayeneden geçirmek gerekiyor. Önceki gece, bugüne kadar Türk-Yunan barışı için yapılanları görmezden gelen bir Yunan kanalı Dışişleri Bakanı Kranodiotis'in ölümü üzerine Türk televizyon kanalları ve gazetelerin olaya bakış açısını değerlendirdi. Yunan uçağının Romanya semalarında yaşadığı olayı Romen ve Yunan kanallarından önce bir Türk kanalının (TGRT) vermesini haber yaptı. Ardından tüm Türk kanallarının olaya bakışını ve Türk gazetelerinin birinci sayfalarında olaya nasıl bakıldığının yorumunu verdi. Yıllardır Yunan milliyetçiliğini öne çıkaran bu kanalı şu günlerde ilk kez seyreden biri şöyle bir izlenim edinir:
"Bugüne kadar Türk-Yunan işbirliği için bu kadar olumlu çalışan başka bir televizyon kanalına rastlamadım."
İşte beni de korkutan bu. Mesele öyle bir noktaya oluştu ki, bundan sonra geriye dönüşün yaratacağı olumsuz sonuçları düşünmek bile istemiyorum.
Bunun için ne yapılmalı. Röportaj için geldiğim Yunanistan'da bu konu ile yıllardır ilgili olan bir çok Yunanlı'yla da aynı sorunu tartışıyorum. Bundan sonra ne olacak?
İyi giderse sorun yok..
Ama ya kötü giderse? Yine biz devreye gireceğiz, yine iki ülke arasında sıfıra inen ilişkileri bir düzleme çıkarmaya uğraşacağız. Tıpkı iyi gitmeye başlayan ilişkilere daha önce inmiş olan Öcalan darbesi gibi.
Ne yapacağız o halde? Önemli olan bundan sonraki süreç..
Dünkü yazımda bahsettiğim Midilli Ticaret Odası Başkanı Panayotesi Mathiellis'in önerileri gibi yeni, kalıcı ve karar verici mekanizmaları bağlayan önerilere ihtiyacımız var.
İşte bunlardan biri daha geliyor:
Midilli 23-24 Ekim günleri çok önemli bir toplantıya ev sahipliği yapacak. Benim de aktif olarak çalıştığım Ege ve Trakya'da Barış İçin Gazeteciler Platformu, Türkiye ve Yunanistan'da karar verici mekanizmaları etkileyen tüm basın organlarının, televizyon ve gazetelerin yöneticilerini, genel yayın yönetmenlerini, yazı işleri müdürlerini Midilli'de bir araya getirecek. Toplantının en önemli amacı, basının son dönemde sürdürdüğü olumlu havanın ortaya çıkacak provakatif akımlara kapılmasını önlemek, Türk-Yunan ilişkilerinin eski, sancılı günlere dönmesini durdurmak. Yunanlılar toplantıya çok önem veriyor. Önceki akşam Yunanistan Dışişleri Bakanlığı eski Genel Sekreteri ile yemek yerken, yaptığımız projeyi ortaya koyduğumuzda çok heyecanlandı ve şunları söyledi:
"Pangalos zamanında böyle bir şansımız olmadı. Bari bu kez başarı sağlayalım."
Gerçekten zor bir döneme giriliyor. Hem de çok zor bir döneme. Zirveye ulaşmak kolay, ancak o zirvede kalmak için daha fazla çalışmak, daha fazla güç sarfetmek gerekli.
YENİ ASIR 17 - 09 - 1999
"Bugüne kadar Türk-Yunan işbirliği için bu kadar olumlu çalışan başka bir televizyon kanalına rastlamadım."
İşte beni de korkutan bu. Mesele öyle bir noktaya oluştu ki, bundan sonra geriye dönüşün yaratacağı olumsuz sonuçları düşünmek bile istemiyorum.
Bunun için ne yapılmalı. Röportaj için geldiğim Yunanistan'da bu konu ile yıllardır ilgili olan bir çok Yunanlı'yla da aynı sorunu tartışıyorum. Bundan sonra ne olacak?
İyi giderse sorun yok..
Ama ya kötü giderse? Yine biz devreye gireceğiz, yine iki ülke arasında sıfıra inen ilişkileri bir düzleme çıkarmaya uğraşacağız. Tıpkı iyi gitmeye başlayan ilişkilere daha önce inmiş olan Öcalan darbesi gibi.
Ne yapacağız o halde? Önemli olan bundan sonraki süreç..
Dünkü yazımda bahsettiğim Midilli Ticaret Odası Başkanı Panayotesi Mathiellis'in önerileri gibi yeni, kalıcı ve karar verici mekanizmaları bağlayan önerilere ihtiyacımız var.
İşte bunlardan biri daha geliyor:
Midilli 23-24 Ekim günleri çok önemli bir toplantıya ev sahipliği yapacak. Benim de aktif olarak çalıştığım Ege ve Trakya'da Barış İçin Gazeteciler Platformu, Türkiye ve Yunanistan'da karar verici mekanizmaları etkileyen tüm basın organlarının, televizyon ve gazetelerin yöneticilerini, genel yayın yönetmenlerini, yazı işleri müdürlerini Midilli'de bir araya getirecek. Toplantının en önemli amacı, basının son dönemde sürdürdüğü olumlu havanın ortaya çıkacak provakatif akımlara kapılmasını önlemek, Türk-Yunan ilişkilerinin eski, sancılı günlere dönmesini durdurmak. Yunanlılar toplantıya çok önem veriyor. Önceki akşam Yunanistan Dışişleri Bakanlığı eski Genel Sekreteri ile yemek yerken, yaptığımız projeyi ortaya koyduğumuzda çok heyecanlandı ve şunları söyledi:
"Pangalos zamanında böyle bir şansımız olmadı. Bari bu kez başarı sağlayalım."
Gerçekten zor bir döneme giriliyor. Hem de çok zor bir döneme. Zirveye ulaşmak kolay, ancak o zirvede kalmak için daha fazla çalışmak, daha fazla güç sarfetmek gerekli.
YENİ ASIR 17 - 09 - 1999
Etiketler:
Türk - Yunan İlişkileri
14 Eylül 1999 Salı
Sıra kitaplara geldi
Türkiye ile Yunanistan arasında başlayan sıcak ilişkiler, okullarda okutulan ve karşı tarafı suçlayıcı tarih kitaplarının değiştirilmesini gündeme getirdi... Yunanlılar Avrupa Birliği'ne girditen sonra devletin demokratikleşmesine paralel olarak tarih kitaplarında değişiklik için bundan 3 yıl önce çalışmaya başlamışlardı. Kurdukları özel bir grup okullarda okutulan tarih kitaplarını inceliyor ve Türkiye'ye yönelik şoven duyguları içeren pasajları saptıyordu.
Yunanlılar son üç yıldır sivil toplum örgütleri bazında yapılan ilişkilerde Türkiye'deki tarih kitaplarının da incelenmesi için ortak bir yapının oluşturulmasını talep etmişlerdi. Ancak böyle kapsamlı bir araştırmaya götürecek bir sivil toplum örgütü maalesef Türkiye'de ortaya çıkmamıştı.
Tarih kitapları çok önemli... Ortaokullarda, liselerde öğretilen ve çocukların beyinlerine kazınan düşmanlık öyle kolay yokedilemiyor...
Bundan iki yıl önce İzmir'deki bir lisede 14-16 yaş grubunu kapsayan bir grup öğrenciye şöyle bir soru soruldu:
"Yunanlıları nasıl görüyorsunuz?"
Elimize ulaşan yanıtlar gerçekten ürkütücüydü. Öğrencilerin büyük bölümü Yunanlıları düşman olarak görüyor, "Bizle uğraşmasınlar, yoksa onları tekrar denize dökeriz" şeklinde açıklamalarda bulunuyorlardı.
İzmir'in hem de iyi eğitim verildiğini iddia eden bir okulunda öğrencilerin soruya verdiği yanıt öğretmenleri bile şaşırtmıştı...
Nereden geliyordu bu önyargı?
Büyük bir olasılıkla tarih kitaplarından... Öğrenciler okudukları tarih ile güncel hayatta Tür-Yunan ilişkilerinde yaşanan sorunları birleştirerek şoven bir yapıya bürünüyorlardı...
Sadece öğrenciler değil, aynı tarih kitaplarını okuyarak büyüyen, bugün Türk-Yunan dostluğunu savunan bazı büyüklerimiz bile Ege'ye yakın Yunan adalarına gittiklerinde şöyle bir espri yapmaktan geri kalmıyorlardı:
"Bu adalar da bize çok yakın ve güzelmiş. Keşke o zaman Atatürk şunları da alsaydı..."
Bu mantık aslında çoculuktan itibaren verilen tek yanlı bakışın bilinç altındaki izleri...
Şimdi bu izlerden kurtulma zamanı.
Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu tarih kitaplarını değiştirme fikrine olumlu bakıyor. İki ülke arasında şu günlerde yaşanan bahar havası içinde böyle bir çalışma başlatılabilirse bir sonraki nesli kazanma şansımız yüksek olacaktır.
YENİ ASIR 14 - 09 - 1999
Yunanlılar son üç yıldır sivil toplum örgütleri bazında yapılan ilişkilerde Türkiye'deki tarih kitaplarının da incelenmesi için ortak bir yapının oluşturulmasını talep etmişlerdi. Ancak böyle kapsamlı bir araştırmaya götürecek bir sivil toplum örgütü maalesef Türkiye'de ortaya çıkmamıştı.
Tarih kitapları çok önemli... Ortaokullarda, liselerde öğretilen ve çocukların beyinlerine kazınan düşmanlık öyle kolay yokedilemiyor...
Bundan iki yıl önce İzmir'deki bir lisede 14-16 yaş grubunu kapsayan bir grup öğrenciye şöyle bir soru soruldu:
"Yunanlıları nasıl görüyorsunuz?"
Elimize ulaşan yanıtlar gerçekten ürkütücüydü. Öğrencilerin büyük bölümü Yunanlıları düşman olarak görüyor, "Bizle uğraşmasınlar, yoksa onları tekrar denize dökeriz" şeklinde açıklamalarda bulunuyorlardı.
İzmir'in hem de iyi eğitim verildiğini iddia eden bir okulunda öğrencilerin soruya verdiği yanıt öğretmenleri bile şaşırtmıştı...
Nereden geliyordu bu önyargı?
Büyük bir olasılıkla tarih kitaplarından... Öğrenciler okudukları tarih ile güncel hayatta Tür-Yunan ilişkilerinde yaşanan sorunları birleştirerek şoven bir yapıya bürünüyorlardı...
Sadece öğrenciler değil, aynı tarih kitaplarını okuyarak büyüyen, bugün Türk-Yunan dostluğunu savunan bazı büyüklerimiz bile Ege'ye yakın Yunan adalarına gittiklerinde şöyle bir espri yapmaktan geri kalmıyorlardı:
"Bu adalar da bize çok yakın ve güzelmiş. Keşke o zaman Atatürk şunları da alsaydı..."
Bu mantık aslında çoculuktan itibaren verilen tek yanlı bakışın bilinç altındaki izleri...
Şimdi bu izlerden kurtulma zamanı.
Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu tarih kitaplarını değiştirme fikrine olumlu bakıyor. İki ülke arasında şu günlerde yaşanan bahar havası içinde böyle bir çalışma başlatılabilirse bir sonraki nesli kazanma şansımız yüksek olacaktır.
YENİ ASIR 14 - 09 - 1999
Etiketler:
Türk - Yunan İlişkileri
9 Eylül 1999 Perşembe
Eyvah, bugün 9 Eylül!
Her yıl ne kadar güzel toplanıyorduk... Yunan askerlerinin eline esir düşmüş genç bir Türk kızını kurtarmaya çalışan Türk askerlerini izliyor, onların başarıları karşısında gururlanıyorduk. Ardından gazilerimizin mağrur ifadelerle tören alanından geçişlerini izliyorduk. Devlet büyüklerimiz bundan yıllar önce Yunanlıları "denize döktüğümüz" o gün üzerine nutuk atıyorlardı. Törene katılanlar coşkulu, sanki o günü yeniden yaşıyorlardı. Yıllar geçti, değişen bir şey olmadı... Kurtuluş törenleri birbiri ardına kutlanmaya devam etti... Ancak yıl 1999... "Resmi rakamlara göre" 16 bin vatandaşımızı kaybettiğimiz Marmara depremi sırasında Yunan toplumunun gösterdiği olağanüstü dayanışma, önceki gün Atina'da yaşanan deprem ve Türk kurtarma ekiplerinin müdahalesi, Türkiye'deki sivil toplum örgütlerinin, vatandaşların Yunanistan'a yardım etmek için çırpınmaları iki ülke ilişkilerini gerçekten çok ilginç bir noktaya getirdi...
Aslında depremle sallanan veya yıkılan sadece konutlar olmadı. İnsanların bakış bugüne kadar savunduğu fikirleri, bakış açıları, milliyetçi zırhları, dinsel yaklaşımları, şoven anlayışları 9 şiddetinde sallandı ve temelleri çürük bir apartman gibi büyük bir gürültü ile çöktü...İki büyük depremde de yıkıntıların altında kalanlar oldu. Çoğu "yardım" diye seslendi, gökyüzüne ulaşmak, o mavi rengi yeniden görmek istedi. Türklere yardım eli Yunanlılar'dan geldi, Yunanlılara da Türkler'den.
Sonra insanlar oturup düşünmeye başladılar, yıllar önce yaşanan sorunların, çatışmaların neden bugüne kadar getirildiği konusunda. Suçlu aradılar ama bulamadılar, aslında hepsi suçluydu bu süreçte.
Bizleri günlerdir korkutan sarsıntıların ardında Tanrı'yı aramak geliyor içimden... İki ülke arasında yıllardır çözülemeyen sorunlardan tüm dünya gibi Tanrı da mı bıktı acaba? Yaşanan olayları gördükten sonra insanın aklına herşey geliyor.
Eyvah bugün 9 Eylül... Peki, şimdi ne yapacağız?
AKUT Atina'da Yunanlıları enkaz altından çıkarmaya çalışırken, binlerce vatandaşımız Yunanistan'a destek faksı çekerken kim kürsüye çıkıp, "Biz Yunanlıları bugün İzmir'den denize dökmüştük" diyebilecek...
Devlet adamlarımız bugünü kolay atlatacaklar, deprem nedeniyle tüm organizasyonların iptal edilmesi nedeniyle...
Ama ya gelecek yıl? Üstelik, iki ülke arasında dostluk köprülerinin bir yıl içinde daha da perçinlendiğini düşünürsek...
Aslında herşeyin bir çözümü var. Fransa, İkinci Dünya Savaşı'nda Nazileri ülkesinden temizlediği günü özgürlük günü olarak kutlamıştı. Ancak iki ülkenin yeniden dost olması, Avrupa Birliği'nde birlikte hareket etmelerinden sonra Fransa özgürlük gününü kutlamaktan vazgeçti. Özgürlük günü tarih sayfalarında kaldı. Evet, iki deprem yaşandı... Ancak asıl önemli olan beyinlerde yaşanan depremdi...
Türkiye'de de Yunanistan'da da hiçbirşey eskisi gibi olmayacak. Yeni bir milenyuma giriyoruz. Ancak bizim için yeni milenyum gerçekten devrimlerle başlıyor. Önemli olan bu devrimleri sürdürebilmek ve geleceğe daha barışçı, daha umutlu bakabilmek...
YENİ ASIR 09 - 09 -1999
Aslında depremle sallanan veya yıkılan sadece konutlar olmadı. İnsanların bakış bugüne kadar savunduğu fikirleri, bakış açıları, milliyetçi zırhları, dinsel yaklaşımları, şoven anlayışları 9 şiddetinde sallandı ve temelleri çürük bir apartman gibi büyük bir gürültü ile çöktü...İki büyük depremde de yıkıntıların altında kalanlar oldu. Çoğu "yardım" diye seslendi, gökyüzüne ulaşmak, o mavi rengi yeniden görmek istedi. Türklere yardım eli Yunanlılar'dan geldi, Yunanlılara da Türkler'den.
Sonra insanlar oturup düşünmeye başladılar, yıllar önce yaşanan sorunların, çatışmaların neden bugüne kadar getirildiği konusunda. Suçlu aradılar ama bulamadılar, aslında hepsi suçluydu bu süreçte.
Bizleri günlerdir korkutan sarsıntıların ardında Tanrı'yı aramak geliyor içimden... İki ülke arasında yıllardır çözülemeyen sorunlardan tüm dünya gibi Tanrı da mı bıktı acaba? Yaşanan olayları gördükten sonra insanın aklına herşey geliyor.
Eyvah bugün 9 Eylül... Peki, şimdi ne yapacağız?
AKUT Atina'da Yunanlıları enkaz altından çıkarmaya çalışırken, binlerce vatandaşımız Yunanistan'a destek faksı çekerken kim kürsüye çıkıp, "Biz Yunanlıları bugün İzmir'den denize dökmüştük" diyebilecek...
Devlet adamlarımız bugünü kolay atlatacaklar, deprem nedeniyle tüm organizasyonların iptal edilmesi nedeniyle...
Ama ya gelecek yıl? Üstelik, iki ülke arasında dostluk köprülerinin bir yıl içinde daha da perçinlendiğini düşünürsek...
Aslında herşeyin bir çözümü var. Fransa, İkinci Dünya Savaşı'nda Nazileri ülkesinden temizlediği günü özgürlük günü olarak kutlamıştı. Ancak iki ülkenin yeniden dost olması, Avrupa Birliği'nde birlikte hareket etmelerinden sonra Fransa özgürlük gününü kutlamaktan vazgeçti. Özgürlük günü tarih sayfalarında kaldı. Evet, iki deprem yaşandı... Ancak asıl önemli olan beyinlerde yaşanan depremdi...
Türkiye'de de Yunanistan'da da hiçbirşey eskisi gibi olmayacak. Yeni bir milenyuma giriyoruz. Ancak bizim için yeni milenyum gerçekten devrimlerle başlıyor. Önemli olan bu devrimleri sürdürebilmek ve geleceğe daha barışçı, daha umutlu bakabilmek...
YENİ ASIR 09 - 09 -1999
Etiketler:
Türk - Yunan İlişkileri
6 Eylül 1999 Pazartesi
Barışta CHP'nin önemi
Midilli Adası'dan Marmara depremi için toplanan, büyük bir kısmı sağlık alanında kullanılacak olan 4 kamyonluk malzeme Midilli Belediye Başkanı'nın liderliğinde 45 kişilik bir heyet tarafından Ayvalık'a getirildi.
İki ülke arasında son 25 gündür yaşananlar Ege'de barış ortamının sağlanması açısından çok önemli. Ancak bu ortamın hazırlanmasında bugüne kadar katkıları bulunanları bir kenara koymak hata olur...
Son günlerde Türkiye'de herkes Yunanistan dostu kesildi... Ancak iki ülke ilişkilerinin son 10 yılına baktığımızda devletin ve ulusalcı bakış açısının tüm karşı çıkışlarına rağmen geniş bir kitlenin Türk-Yunan dostluğu için çalıştığını görürüz. Dikili eski Belediye Başkanı CHP'li Osman Özgüven'in 1989 yılında Midilli Adası ile başlattığı ortak festivaller dizisi 1974 Kıbrıs Harekatı'ndan sonra iki toplumun kaynaşmasına yönelik ilk sivil adım olmuştur...Özgüven'in belediye başkanlığını kaybetmesinden sonra devreye arkadaşları girdi. Bergama eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın Urla eski Belediye Başkanları Bülent Baratalı ve Mustafa Kıpkıp, Aliağa Belediye Başkanı Hakkı Ülkü, Didim eski Belediye Başkanı Mehmet Soysalan, Altınoluk Belediye Başkanı İsmail Aynur... Bu isimlerin ortak özelliği hepsinin CHP'li olması... Bu ekibe bugüne kadar yaptığı katkılardan dolayı Çeşme eski Belediye Başkanı Nuri Ertan'ı bir ANAP'lı olarak dahil etmek gerekiyor. Neden son 10 yıldır Türk-Yunan dostluğu çalışmalarında Cumhuriyet Halk Partisi daha önde görülüyor? CHP Türkiye'de Batı anlamda sosyal demokrat düşünceye en yakın partidir. Atatürk'ün kurması ve tek partili döneme imzasını atmasına rağmen bugün geldiği nokta diğer partilere göre daha ileridir, daha enternasyonalisttir. Partinin içinde hala devletçi ve bir anlamda darbeci zihniyetlerin bulunmasına karşılık CHP yine de Türk solunun lokomotif partisidir.
Gerek Yunanlı parlamenterler gerek Avrupalı parlamenterler de ikili ilişkilerinde CHP'li milletvekillerinin diğer parti milletvekillerine göre daha ilerici daha demokrat olduğunu söylüyor, CHP ile daha doğru platformlarda anlaşabildiklerini ileri sürüyorlar...
CHP'nin Türk-Yunan ilişkilerinde oynadığı rolün ikinci önemli nedeni Yunanistan'ı yıllardır yöneten ve Avrupa Birliği'nde gerçek bir Avrupalı devlet konumuna kavuşmasını sağlayan PASOK ile Sosyalist Enternasyonal'de birleşmeleridir... Bu yapı içinde biraraya gelen iki parti karşı tarafı anlama konusunda diğer partilerden daha fazla pratik yapma şansına sahiptirler...
İşte bu nedenle CHP'li eski ve yeni belediye başkanları Midilli adasından Ayvalık'a getirilen yardımların karşılanmasında aktif rolü üstlendiler... Yıllardır her alanda Midillili politikacılar ile birlikte hareket eden CHP'li başkanların yardım konusunda da dostlarını yalnız bırakmaları düşünülemezdi. Nitekim de öyle oldu. CHP'li politikacılar önceki gün tam kadro Ayvalık'ta karşılama törenine katıldılar.
Ancak Türk Devleti bu yardımın alınması ve deprem bölgesine gönderilmesi sorumluluğunu, bugüne kadar "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" ilkesini bayrak edinmiş bir siyasi partinin belediye başkanına vermişti. Bugüne kadar Yunanistan'ı her konuda eleştiren bir partinin böyle bir misyonu yüklenmesi beklenemezdi. Midilli'den gelen konuklar da kendilerini karşılayan grup içinde milliyetçilere rağmen eski dostlarını görmekten çok mutluydular...
YENİ ASIR 06 -09 - 1999
İki ülke arasında son 25 gündür yaşananlar Ege'de barış ortamının sağlanması açısından çok önemli. Ancak bu ortamın hazırlanmasında bugüne kadar katkıları bulunanları bir kenara koymak hata olur...
Son günlerde Türkiye'de herkes Yunanistan dostu kesildi... Ancak iki ülke ilişkilerinin son 10 yılına baktığımızda devletin ve ulusalcı bakış açısının tüm karşı çıkışlarına rağmen geniş bir kitlenin Türk-Yunan dostluğu için çalıştığını görürüz. Dikili eski Belediye Başkanı CHP'li Osman Özgüven'in 1989 yılında Midilli Adası ile başlattığı ortak festivaller dizisi 1974 Kıbrıs Harekatı'ndan sonra iki toplumun kaynaşmasına yönelik ilk sivil adım olmuştur...Özgüven'in belediye başkanlığını kaybetmesinden sonra devreye arkadaşları girdi. Bergama eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın Urla eski Belediye Başkanları Bülent Baratalı ve Mustafa Kıpkıp, Aliağa Belediye Başkanı Hakkı Ülkü, Didim eski Belediye Başkanı Mehmet Soysalan, Altınoluk Belediye Başkanı İsmail Aynur... Bu isimlerin ortak özelliği hepsinin CHP'li olması... Bu ekibe bugüne kadar yaptığı katkılardan dolayı Çeşme eski Belediye Başkanı Nuri Ertan'ı bir ANAP'lı olarak dahil etmek gerekiyor. Neden son 10 yıldır Türk-Yunan dostluğu çalışmalarında Cumhuriyet Halk Partisi daha önde görülüyor? CHP Türkiye'de Batı anlamda sosyal demokrat düşünceye en yakın partidir. Atatürk'ün kurması ve tek partili döneme imzasını atmasına rağmen bugün geldiği nokta diğer partilere göre daha ileridir, daha enternasyonalisttir. Partinin içinde hala devletçi ve bir anlamda darbeci zihniyetlerin bulunmasına karşılık CHP yine de Türk solunun lokomotif partisidir.
Gerek Yunanlı parlamenterler gerek Avrupalı parlamenterler de ikili ilişkilerinde CHP'li milletvekillerinin diğer parti milletvekillerine göre daha ilerici daha demokrat olduğunu söylüyor, CHP ile daha doğru platformlarda anlaşabildiklerini ileri sürüyorlar...
CHP'nin Türk-Yunan ilişkilerinde oynadığı rolün ikinci önemli nedeni Yunanistan'ı yıllardır yöneten ve Avrupa Birliği'nde gerçek bir Avrupalı devlet konumuna kavuşmasını sağlayan PASOK ile Sosyalist Enternasyonal'de birleşmeleridir... Bu yapı içinde biraraya gelen iki parti karşı tarafı anlama konusunda diğer partilerden daha fazla pratik yapma şansına sahiptirler...
İşte bu nedenle CHP'li eski ve yeni belediye başkanları Midilli adasından Ayvalık'a getirilen yardımların karşılanmasında aktif rolü üstlendiler... Yıllardır her alanda Midillili politikacılar ile birlikte hareket eden CHP'li başkanların yardım konusunda da dostlarını yalnız bırakmaları düşünülemezdi. Nitekim de öyle oldu. CHP'li politikacılar önceki gün tam kadro Ayvalık'ta karşılama törenine katıldılar.
Ancak Türk Devleti bu yardımın alınması ve deprem bölgesine gönderilmesi sorumluluğunu, bugüne kadar "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" ilkesini bayrak edinmiş bir siyasi partinin belediye başkanına vermişti. Bugüne kadar Yunanistan'ı her konuda eleştiren bir partinin böyle bir misyonu yüklenmesi beklenemezdi. Midilli'den gelen konuklar da kendilerini karşılayan grup içinde milliyetçilere rağmen eski dostlarını görmekten çok mutluydular...
YENİ ASIR 06 -09 - 1999
Etiketler:
Türk - Yunan İlişkileri
21 Ağustos 1999 Cumartesi
Düşmandan yardım
Yunanistan'ın en çok satan ikinci gazetesi Elektrotopia'da dün yayınlanan bir makalede şöyle diyor Stratis Balaskas, Yunan milliyetçilerine: "İşte gördünüz... Bugüne kadar Yunan gazeteleri ve TV kanalları, düşman olarak bellediğiniz Türkler'in tanklarını ve tüfeklerini yayınlamıştı. İlk kez yaşanan bir afet sonucunda Türkiye'nin gerçek yüzünü gösterdiler. İzlediğiniz gibi Türklerin de iki kolları ve iki ayakları var. Sevdiklerini, evlerini kaybettikleri için bizim gibi ağlıyorlar, bizim gibi hissediyorlar acıyı. Bugüne kadar neden anlamadınız, neden tanıyamadınız düşman olarak gördüğünüz Türklerin aslında gerçek bir insan olduğunu?"
Üç gündür tatilde olmama rağmen Yunan televizyon kanallarına ve radyolarına Türkiye'den haberler iletmeye çalışıyor, bu ülkenin yardımlarının hangi kanallarla Türkiye'ye getirilmesi gerektiği konusunda yardım ediyorum. (Ne yazık ki yardımların koordinasyonu konusunda zorluk çekiliyor. Kriz masaları bulunamıyor. Uluslararası yardımın hangi ellerle Türkiye'ye ulaşması konusunda bir çalışma yok, böyle bir hazırlık da yok... Aslında konu daha çok felsefi bir altyapıya dayanıyor: "Türkiye kendine yeterli bir ülkedir. Koskoca bir Osmanlı'nın devamıdır. Bizim düşmanlarımızdan yardım istememiz de söz konusu değildir")
Düşman ve dost sözcükleri 45 saniyelik sarsıntıda anlamını yitiriyor. Kavramların ifade ettiği ahlaki değerler de değişiyor.
Yunanistan'ın, Türk diplomatlarını, Yunan dostu olduğu için Türk ajanı olarak değerlendirilen bizleri hedef olarak göstermekten kaçınmayan milliyetçi gazetesi Stohos bile bu afet sonucunda şu ifadeleri gazetenin birinci sayfasında yazmaktan kaçamıyor:
"Türkler için başlatılan kan kampanyasına katılın.
Dünya çok küçük. Aslında evren denilen sınırsız yapı içinde bir kum tanesi gibi. Küçük olmasına karşılık dini, milliyetçi, devletçi bakış açıları ile insanlar birbirini öldürüyor, diğerine üstünlük kurmaya çalışıyor.
Ama bir anda duruyor savaşması gereken doğanın gücünü gördüğü zaman. O anda gerçek gücün doğa olduğunu, kendisinin ise doğaya karşı mücadele eden küçük bir yaratık olduğunu kavrıyor. Ve millet, din, devlet olgularının bir yana bırakılması gerektiğini...
Kısacası insan, insan olduğunun farkına varıyor, ölümün soğuk yüzü ile karşılaştığında ya da doğanın gücüne karşı ne kadar yetersiz olduğunu hissettiğinde.
Toplumlar bir gün ortak yaşam alanlarını kuracak, birlikte yaşamayı öğrenecekler. Belki de o gün, bugündür. Tıpkı Nostradamus'un söylediği gibi:
"1999'da bir felaket olacak ve güneş doğacak, hiç batmayacak gibi"
Yeni bir günün, yeni bir yaşamın doğması şart özellikle Ankara üzerinde...
Sisli, puslu, bulutlu havayı dağıtarak özlenen güneşli günler için...
Kimbilir, belki de o gün, bugündür.
YENİ ASIR 21 -08 - 1999
Üç gündür tatilde olmama rağmen Yunan televizyon kanallarına ve radyolarına Türkiye'den haberler iletmeye çalışıyor, bu ülkenin yardımlarının hangi kanallarla Türkiye'ye getirilmesi gerektiği konusunda yardım ediyorum. (Ne yazık ki yardımların koordinasyonu konusunda zorluk çekiliyor. Kriz masaları bulunamıyor. Uluslararası yardımın hangi ellerle Türkiye'ye ulaşması konusunda bir çalışma yok, böyle bir hazırlık da yok... Aslında konu daha çok felsefi bir altyapıya dayanıyor: "Türkiye kendine yeterli bir ülkedir. Koskoca bir Osmanlı'nın devamıdır. Bizim düşmanlarımızdan yardım istememiz de söz konusu değildir")
Düşman ve dost sözcükleri 45 saniyelik sarsıntıda anlamını yitiriyor. Kavramların ifade ettiği ahlaki değerler de değişiyor.
Yunanistan'ın, Türk diplomatlarını, Yunan dostu olduğu için Türk ajanı olarak değerlendirilen bizleri hedef olarak göstermekten kaçınmayan milliyetçi gazetesi Stohos bile bu afet sonucunda şu ifadeleri gazetenin birinci sayfasında yazmaktan kaçamıyor:
"Türkler için başlatılan kan kampanyasına katılın.
Dünya çok küçük. Aslında evren denilen sınırsız yapı içinde bir kum tanesi gibi. Küçük olmasına karşılık dini, milliyetçi, devletçi bakış açıları ile insanlar birbirini öldürüyor, diğerine üstünlük kurmaya çalışıyor.
Ama bir anda duruyor savaşması gereken doğanın gücünü gördüğü zaman. O anda gerçek gücün doğa olduğunu, kendisinin ise doğaya karşı mücadele eden küçük bir yaratık olduğunu kavrıyor. Ve millet, din, devlet olgularının bir yana bırakılması gerektiğini...
Kısacası insan, insan olduğunun farkına varıyor, ölümün soğuk yüzü ile karşılaştığında ya da doğanın gücüne karşı ne kadar yetersiz olduğunu hissettiğinde.
Toplumlar bir gün ortak yaşam alanlarını kuracak, birlikte yaşamayı öğrenecekler. Belki de o gün, bugündür. Tıpkı Nostradamus'un söylediği gibi:
"1999'da bir felaket olacak ve güneş doğacak, hiç batmayacak gibi"
Yeni bir günün, yeni bir yaşamın doğması şart özellikle Ankara üzerinde...
Sisli, puslu, bulutlu havayı dağıtarak özlenen güneşli günler için...
Kimbilir, belki de o gün, bugündür.
YENİ ASIR 21 -08 - 1999
Etiketler:
Türk - Yunan İlişkileri
14 Ağustos 1999 Cumartesi
Siyasallaşan Öcalan
Abdullah Öcalan'ın PKK militanlarına yönelik "1 Eylül'den sonra silahlı mücadeleyi bırakın ve sınırları terkedin" sözleri Türkiye'de yeni bir tartışma başlatacak. Herkes kendi düşünce sistematiği içinde bu sözleri yorumlamaya çalışacak.
Bana göre Öcalan'ın sözleri iki açıdan ilginç. İlki Öcalan'ın "silahlı mücadeleyi bırakın" çağrısı ile "sınırları terkedin" çağrısı arasındaki fark... Öcalan neden özellikle "sınırları terkedin" diyor.
Bunun iki nedeni var. Birincisi Türkiye'de bir türlü çıkmayan pişmanlık ve af yasaları. Öcalan bir örgüt lideri olarak militanlarına bir anlamda "Yurtdışında bekleyin. Türkiye'de olacakları görelim" talimatı veriyor.
İkincisi Öcalan'ın örgüte hakim olma isteği. Türkiye'de kalan militanların yaşam koşullarından emin olamayacağı için "Yurtdışında yaşayın" talimatında bulunuyor. Bu çerçevede hem örgütün dağılmasını engelleyecek, hem de örgüt üyelerine "onların yaşam hakkını korumak" istediği mesajını verecek.
Türk halkı aslında aylardır "Bu iş bitti, Öcalan sorunu ortadan kalktı" diyordu. Ama mesele hiç de öyle değil.
Öcalan bir açıklama yaptı, ülkede herkes bu açıklamayı ve getireceği sonuçları tartışmaya başladı. Bir anlamda yeniden gündeme oturdu Öcalan. Bu da Öcalan ve PKK konusunun aslında "Asalım da, bitirelim" gibi basit mantığa dayanmadığını gösteriyor.
Öcalan Avrupa'da olduğu sıralarda Türkiye'de bir tartışma başlamıştı. "Öcalan, PKK'yı siyasallaştırmak istiyor. Terör örgütü ünvanından kurtarıp, sorunu başka platformlara taşımak istiyor" deniliyordu.
Peki bugün gelinen nokta ne? İmralı'daki mahkeme, avukatlar kanalı ile yapılan açıklamalar, Öcalan ve PKK sorununun aslında Türkiye'nin merkezinde siyasallaştığını gösteriyor.
Öcalan'ın idamı sonunda siyasi bir karar. Bu karar konusunda tüm parti liderleri gerekli açıklamaları yaptı ve yapmayı sürdürüyorlar. Devletin en başındaki adam, Süleyman Demirel de üç gün önce yaptığı açıklamada, idam konusunu "zor bir karar" olarak nitelendirdi...
Politikacılar, bilim adamları, hukukçular, gazeteciler ve sokaktaki insanlar bu dava üzerine bu kadar çok konuşuyorsa, Öcalan olayının istenmese de siyasallaştığını gösteriyor...
Sonuçta ne olacak?
Gelecek üzerine tahmin yapmak zor. Ama asıl zor olan Meclis'in ve Demirel'in alacağı karar... Çünkü bu karar Türkiye'nin geleceğini de belirleyecek.
YENİ ASIR 04 - 08 - 1999
Bana göre Öcalan'ın sözleri iki açıdan ilginç. İlki Öcalan'ın "silahlı mücadeleyi bırakın" çağrısı ile "sınırları terkedin" çağrısı arasındaki fark... Öcalan neden özellikle "sınırları terkedin" diyor.
Bunun iki nedeni var. Birincisi Türkiye'de bir türlü çıkmayan pişmanlık ve af yasaları. Öcalan bir örgüt lideri olarak militanlarına bir anlamda "Yurtdışında bekleyin. Türkiye'de olacakları görelim" talimatı veriyor.
İkincisi Öcalan'ın örgüte hakim olma isteği. Türkiye'de kalan militanların yaşam koşullarından emin olamayacağı için "Yurtdışında yaşayın" talimatında bulunuyor. Bu çerçevede hem örgütün dağılmasını engelleyecek, hem de örgüt üyelerine "onların yaşam hakkını korumak" istediği mesajını verecek.
Türk halkı aslında aylardır "Bu iş bitti, Öcalan sorunu ortadan kalktı" diyordu. Ama mesele hiç de öyle değil.
Öcalan bir açıklama yaptı, ülkede herkes bu açıklamayı ve getireceği sonuçları tartışmaya başladı. Bir anlamda yeniden gündeme oturdu Öcalan. Bu da Öcalan ve PKK konusunun aslında "Asalım da, bitirelim" gibi basit mantığa dayanmadığını gösteriyor.
Öcalan Avrupa'da olduğu sıralarda Türkiye'de bir tartışma başlamıştı. "Öcalan, PKK'yı siyasallaştırmak istiyor. Terör örgütü ünvanından kurtarıp, sorunu başka platformlara taşımak istiyor" deniliyordu.
Peki bugün gelinen nokta ne? İmralı'daki mahkeme, avukatlar kanalı ile yapılan açıklamalar, Öcalan ve PKK sorununun aslında Türkiye'nin merkezinde siyasallaştığını gösteriyor.
Öcalan'ın idamı sonunda siyasi bir karar. Bu karar konusunda tüm parti liderleri gerekli açıklamaları yaptı ve yapmayı sürdürüyorlar. Devletin en başındaki adam, Süleyman Demirel de üç gün önce yaptığı açıklamada, idam konusunu "zor bir karar" olarak nitelendirdi...
Politikacılar, bilim adamları, hukukçular, gazeteciler ve sokaktaki insanlar bu dava üzerine bu kadar çok konuşuyorsa, Öcalan olayının istenmese de siyasallaştığını gösteriyor...
Sonuçta ne olacak?
Gelecek üzerine tahmin yapmak zor. Ama asıl zor olan Meclis'in ve Demirel'in alacağı karar... Çünkü bu karar Türkiye'nin geleceğini de belirleyecek.
YENİ ASIR 04 - 08 - 1999
Etiketler:
Ulusal Siyaset
6 Ağustos 1999 Cuma
Şansı kullanmak
Abdullah Öcalan'ın üç gün önce yaptığı barış çağrısı dün PKK tarafından kabul edildi. Öcalan'ın yaptığı çağrının ardından, Türk basınında birçok kalem Apo'nun PKK içinde etkisini yitirdiği, hatta örgütün Öcalan'ın idamını istediği yönünde yorumlar yapmışlardı. Devletin yetkilileri de Öcalan'ın barış çağrısını, "Biz bu işin sonuna geldik. Eninde sonunda PKK'yı bitireceğiz. Bu şekilde yapılan çağrılar bizi bağlamaz" şeklinde değerlendirmişlerdi.
Ancak PKK'nın dün yabancı ajanslara yaptığı ve Öcalan'ı desteklediğini belirttiği açıklama durumun Türkiye'nin düşündüğünden biraz farklı olduğunu ortaya koyuyor.
Bu farklılıkların başında Öcalan'ın hala PKK'da etkili olduğu geliyor. Apo'nun yakalanmasından sonra herkes "Örgüt içinde liderlik mücadelesi başlayacak. Bu nedenle PKK dağılacak" diye düşünüyordu. Ancak Öcalan'ın bu örgütün kurucusu olduğu hep gözden kaçırıldı. Apo ne kadar gücünü kaybetse de PKK'nın hala lideri ve PKK, O'nun açıklamaları yönünde hareket ediyor.
İkinci önemli nokta, barış çağrısının içeriği ve PKK'nın bu çağrıya verdiği destek. Öcalan ve PKK uzun süredir "terör örgütü" tanımlamasından kurtulup Kürt sorununu siyasi mücadeleye çekmeyi amaçlıyordu. Öcalan'ın yakalanıp Türkiye'ye getirilmesi ile bu yol, hem de Öcalan'ın beklemediği kadar önemli bir yerde Türkiye'de açıldı.
Öcalan mahkemede konuşuyor, avukatları kanalıyla Türklere, Kürtlere ve Batı dünyasına siyasi mesajlar veriyor, Türk siyasi çevreleri idam konusunu tartışıyor, devletin en üst düzeyindeki adam, "Öcalan'ın barış çağrısı gayet karmaşık bir iş" diyor. Siyasi partilerin bir bölümü idamı destekliyor, bir bölümü ise hem idama karşı, hem de yapılan barış çağrısının dikkate alınmasını istiyor.
İşte size siyasallaşma... Hem de Türkiye'nin göbeğinde...
Bunun Türkiye açısından zararı ne?
Bana göre yok. Öyle veya böyle, Türkiye'nin, geleceği için, ekonominin toparlanması için, demokrasiyi oluşturmak için, toplumsal barışı sağlamak için, her iki tarafın da görüşlerini ortaya koyacağı bir tartışma alanına ihtiyacı vardı.
Bu şansı şimdi yakaladık. Ama önemli olan olanları iyi tartıp, bu şansı doğru kullanmak.
YENİ ASIR 06 - 08 - 1999
Ancak PKK'nın dün yabancı ajanslara yaptığı ve Öcalan'ı desteklediğini belirttiği açıklama durumun Türkiye'nin düşündüğünden biraz farklı olduğunu ortaya koyuyor.
Bu farklılıkların başında Öcalan'ın hala PKK'da etkili olduğu geliyor. Apo'nun yakalanmasından sonra herkes "Örgüt içinde liderlik mücadelesi başlayacak. Bu nedenle PKK dağılacak" diye düşünüyordu. Ancak Öcalan'ın bu örgütün kurucusu olduğu hep gözden kaçırıldı. Apo ne kadar gücünü kaybetse de PKK'nın hala lideri ve PKK, O'nun açıklamaları yönünde hareket ediyor.
İkinci önemli nokta, barış çağrısının içeriği ve PKK'nın bu çağrıya verdiği destek. Öcalan ve PKK uzun süredir "terör örgütü" tanımlamasından kurtulup Kürt sorununu siyasi mücadeleye çekmeyi amaçlıyordu. Öcalan'ın yakalanıp Türkiye'ye getirilmesi ile bu yol, hem de Öcalan'ın beklemediği kadar önemli bir yerde Türkiye'de açıldı.
Öcalan mahkemede konuşuyor, avukatları kanalıyla Türklere, Kürtlere ve Batı dünyasına siyasi mesajlar veriyor, Türk siyasi çevreleri idam konusunu tartışıyor, devletin en üst düzeyindeki adam, "Öcalan'ın barış çağrısı gayet karmaşık bir iş" diyor. Siyasi partilerin bir bölümü idamı destekliyor, bir bölümü ise hem idama karşı, hem de yapılan barış çağrısının dikkate alınmasını istiyor.
İşte size siyasallaşma... Hem de Türkiye'nin göbeğinde...
Bunun Türkiye açısından zararı ne?
Bana göre yok. Öyle veya böyle, Türkiye'nin, geleceği için, ekonominin toparlanması için, demokrasiyi oluşturmak için, toplumsal barışı sağlamak için, her iki tarafın da görüşlerini ortaya koyacağı bir tartışma alanına ihtiyacı vardı.
Bu şansı şimdi yakaladık. Ama önemli olan olanları iyi tartıp, bu şansı doğru kullanmak.
YENİ ASIR 06 - 08 - 1999
Etiketler:
Ulusal Siyaset
1 Temmuz 1999 Perşembe
"Hayır, ben Yorgoyum"
Seferis Sokağı tartışmasına İzmirli bir köşe yazarından "Yorgoculara" başlıklı yazı ile yanıt geldi. İsim değişikliğine karşı çıkanları "Bazı entellektüellerimiz ne yapacaklarını şaşırdılar" şeklinde değerlendiren yazarımız, Seferis ile Atatürk'ü kıyaslıyor ve soruyor. "Urla'daki sokağa Seferis ismi verdiniz. Komşumuz, Atatürk'ün doğduğu evin sokağının adını değiştirdiği zaman neden karşı çıkmadınız?" Yazarımız evrensellik ile devletçilik arasındaki sınırı doğru çizememiş. Bir yanda evrensel değerleri savunan, barış temasını öne çıkaran Urlalı sanatçı, diğer yanda bir ulusun doğuşu için Batı ülkeleri ve Yunanistan ile savaşmış, çağdaş devlet adamı. Bu iki şahsiyeti değil aynı teraziye koymak, kıyaslamak bile hatalı. Biz de, Anadolu doğumlu olsa bile bir Yunan devlet adamının ismini sokağa verdirmek için tartışma başlatmadık zaten.
Yazarımız, "Herşeyi bilen entellektüeller" suçlamasını yaparken bir doğruyu gözden kaçırıyor. Bizler Batı'da "bir veya birkaç alanda uzman" olarak tanımlanan entellektüel sıfatını kabul ediyoruz. Çünkü karşı tarafı anlamak için Girit, Yale, Georgetown, Cambridge ve 9 Eylül Üniversiteleri'nde birkaç dilde yayınlanan Türk-Yunan tarihi, toplumlararası kültür iletişimi ve mübadele üzerine yapılan araştırmaları okuyor, internette Yunan basınını takip ediyoruz. Uluslararası toplantılarda karşı tarafla da konuşuyoruz.
Bu arada mübadele üzerine yapılan araştırmalarda ortaya çıkan başka bir gerçek üzerinde durmak istiyorum, yazarımızı bilgilendirmek için... 9 Eylül Üniversitesi'nde "Türkçe" olarak basılan eserde şöyle bir tesbit dikkat çekiyor.
"1924 yılındaki mübadelede Yunanistan'dan Türkiye'ye gelenler ile Türkiye'den Yunanistan'a göçettirilenler etnik kökenlerine göre sınıflandırılmadı. O dönemde ulus ve millet kavramları gelişmediği için din esasına göre bir sınıflandırılma yapıldı. Türkçe konuşan ancak Ortodoks olanlar Yunan kabul edilip Yunanistan'a gönderildi, Yunanca konuşan ancak müslüman olanlar Türk olarak değerlendirilip Türkiye'ye getirildi. Dolayısıyla Yunanca konuşan Türkler ile Türkçe konuşan Yunanlıların kim olduğu konusu hala sır."
"Halkın oyları"yla iktidara gelen ANAP'lıları eleştirmemi ağır bulan yazarımız Batı Trakya'da Türklere yapılan baskıları da dile getiriyor...
Batı Trakyalıların oylarıyla Yunan Parlamentosu'na yollanan "seçilmiş" bir isim, Rodop Milletvekili Mustafa Mustafa'nın Urla Belediyesi'ne gönderdiği mektup sanırım yazarımıza yanıt olacaktır.
"Seferis, Nazım Hikmetler, Yunus Emreler gibi evrensellik boyutunda bir şahsiyettir. Urla'da doğmuş olması kentiniz için bir gurur kaynağı olduğu kadar her iki ülke halkının ortak tarih ve kültürünün, ortak geleceğinin de simgesidir. Arkadaşların hümanist, barışçı, Ege insanına yakışır sevecenlikle tartışmaları bitireceğini umut ediyorum."
Bu "bilgiler" ışığında yazarımız beni ve bu konuda yazan Ertuğrul Özkök, Melih Aşık, Doğan Hızlan, Ünal Ersözlü, Zülfü Livaneli'yi hala Yorgocu olarak suçluyorsa, "Hayır, ben Yorgo'cu değil, bizzat Yorgo'yum..."
YENİ ASIR 01 - 07 - 1999
Yazarımız, "Herşeyi bilen entellektüeller" suçlamasını yaparken bir doğruyu gözden kaçırıyor. Bizler Batı'da "bir veya birkaç alanda uzman" olarak tanımlanan entellektüel sıfatını kabul ediyoruz. Çünkü karşı tarafı anlamak için Girit, Yale, Georgetown, Cambridge ve 9 Eylül Üniversiteleri'nde birkaç dilde yayınlanan Türk-Yunan tarihi, toplumlararası kültür iletişimi ve mübadele üzerine yapılan araştırmaları okuyor, internette Yunan basınını takip ediyoruz. Uluslararası toplantılarda karşı tarafla da konuşuyoruz.
Bu arada mübadele üzerine yapılan araştırmalarda ortaya çıkan başka bir gerçek üzerinde durmak istiyorum, yazarımızı bilgilendirmek için... 9 Eylül Üniversitesi'nde "Türkçe" olarak basılan eserde şöyle bir tesbit dikkat çekiyor.
"1924 yılındaki mübadelede Yunanistan'dan Türkiye'ye gelenler ile Türkiye'den Yunanistan'a göçettirilenler etnik kökenlerine göre sınıflandırılmadı. O dönemde ulus ve millet kavramları gelişmediği için din esasına göre bir sınıflandırılma yapıldı. Türkçe konuşan ancak Ortodoks olanlar Yunan kabul edilip Yunanistan'a gönderildi, Yunanca konuşan ancak müslüman olanlar Türk olarak değerlendirilip Türkiye'ye getirildi. Dolayısıyla Yunanca konuşan Türkler ile Türkçe konuşan Yunanlıların kim olduğu konusu hala sır."
"Halkın oyları"yla iktidara gelen ANAP'lıları eleştirmemi ağır bulan yazarımız Batı Trakya'da Türklere yapılan baskıları da dile getiriyor...
Batı Trakyalıların oylarıyla Yunan Parlamentosu'na yollanan "seçilmiş" bir isim, Rodop Milletvekili Mustafa Mustafa'nın Urla Belediyesi'ne gönderdiği mektup sanırım yazarımıza yanıt olacaktır.
"Seferis, Nazım Hikmetler, Yunus Emreler gibi evrensellik boyutunda bir şahsiyettir. Urla'da doğmuş olması kentiniz için bir gurur kaynağı olduğu kadar her iki ülke halkının ortak tarih ve kültürünün, ortak geleceğinin de simgesidir. Arkadaşların hümanist, barışçı, Ege insanına yakışır sevecenlikle tartışmaları bitireceğini umut ediyorum."
Bu "bilgiler" ışığında yazarımız beni ve bu konuda yazan Ertuğrul Özkök, Melih Aşık, Doğan Hızlan, Ünal Ersözlü, Zülfü Livaneli'yi hala Yorgocu olarak suçluyorsa, "Hayır, ben Yorgo'cu değil, bizzat Yorgo'yum..."
YENİ ASIR 01 - 07 - 1999
Etiketler:
Türk - Yunan İlişkileri
29 Haziran 1999 Salı
Kişilikli tavır
İki hafta önce davullu zurnalı alınan, "Ne iyi bir iş yaptık" diye öğünülen bir karardan kuzu kuzu dönülmesi için toplanmıştı belediye meclisi... Kararın alınmasında önayak olan, bir hafta önce DSP grubu tarafından verilen iptal önergesini hiçe sayan ANAP Urla grubu, aynı kararın yeniden tartışılması yasalara göre mümkün olmadığı için yeni bir önerge ile geldiler Urla Belediye Başkanı Selçuk Karaosmanoğlu'nun karşısına... Belediye Başkanı, İskele'deki sokağa Yorgos Seferis adının yeniden verilmesini içeren önergeyi okudu... ANAP Grubu'nda ses yoktu... Gözlerini oturdukları masaların beyaz örtülerine dikmiş, meraklı bakışlardan gizlenmeye çalışıyorlardı. Karaosmanoğlu sokağa yeniden Seferis adının konulması için oylamaya geçileceğini söylediğinde, zaten eğik olan başlar biraz daha öne eğildi, eller yavaş yavaş havalandı... O birkaç saniye hiç geçmeyecek gibiydi. Ve önerge oy birliği ile kabul edildi...
Daha birkaç gün öncesine kadar "Aldığımız karardan rahatsız olanları şiddetle kınıyoruz" diyerek kamuoyu yaratmaya çalışanların, İskele mahallesinde "Bu sokağın isminden rahatsısız, değiştirilmeli" yazılı kağıt dolaştırarak imza kampanyası başlatanların, barış çabalarını sürdürenlere "Bunların çoğu Yunan ajanı" diyenlerin yüzleri kızardı...
Yerlerinde olmak istemezdim... Ama ben böyle bir ikilemde kalsaydım ya da bırakılsaydım düşüncelerimin arkasında durur, her türlü baskıya göğüs germeye çalışır, olmuyorsa "istifa ederdim" hiçbir "kişisel ve politik" çıkar düşünmeden... Bakalım Urla ANAP Grubu'nda politik kimlik krizi yaşamayan kaç kişi böyle kişilikli bir tavır sergileyebilecek? Düşünceleri bana ters gelse de salt kendi fikirlerinin arkasında durduğu için ve genel merkez baskısına boyun eğmediği için kendilerini tebrik edeceğim...
YENİ ASIR 29 - 06 - 1999
Daha birkaç gün öncesine kadar "Aldığımız karardan rahatsız olanları şiddetle kınıyoruz" diyerek kamuoyu yaratmaya çalışanların, İskele mahallesinde "Bu sokağın isminden rahatsısız, değiştirilmeli" yazılı kağıt dolaştırarak imza kampanyası başlatanların, barış çabalarını sürdürenlere "Bunların çoğu Yunan ajanı" diyenlerin yüzleri kızardı...
Yerlerinde olmak istemezdim... Ama ben böyle bir ikilemde kalsaydım ya da bırakılsaydım düşüncelerimin arkasında durur, her türlü baskıya göğüs germeye çalışır, olmuyorsa "istifa ederdim" hiçbir "kişisel ve politik" çıkar düşünmeden... Bakalım Urla ANAP Grubu'nda politik kimlik krizi yaşamayan kaç kişi böyle kişilikli bir tavır sergileyebilecek? Düşünceleri bana ters gelse de salt kendi fikirlerinin arkasında durduğu için ve genel merkez baskısına boyun eğmediği için kendilerini tebrik edeceğim...
YENİ ASIR 29 - 06 - 1999
Etiketler:
Türk - Yunan İlişkileri
22 Haziran 1999 Salı
Şimdi kim kınanacak?
Anavatan Partisi Urla Belediyesi Meclis Grubu birkaç gün önce Urla'daki Seferis Sokağı'nın adının değiştirilmesine karşı çıkan yazımdan fazla alınmışlar olacaklar ki, bir mektup göndermişler. "Onur ve ilkeden yoksun" bir gazeteci olduğumu iddia eden, şehitlerin haklarını savunmaya çalışan Urla'nın ANAP'lı Meclis Üyeleri, mektupta şu noktalara değinmişler: "Eğer isim değiştirmek bu kadar önemli ise en kısa zamanda Süleyman Gençel'in adını değiştirip Yorgo Seferis adını neden taşımadığını soruyoruz. Urla halkını karşısına alan siz, sanıyorum ki hiç değer vermediğiniz şehitlerimizin hakkını savunmaya çalışan biz Anavatan Meclis Üyeleri'ni ağzınıza alamayacak kadar zavallısınız. Milletimizi satan ve şehidimizi çiğneyenler, ayaklarını denk alsınlar. Evet bizler varız, onurluyuz ve gururluyuz. Meclisimizin almış olduğu bu karardan rahatsız olanları, şehit aileleri ve bizler Anavatan Grubu olarak kınıyoruz..." Faksta sadece Anavatan Partisi Belediye Meclis Grubu imzası olduğu, korktuklarından mı bilmiyorum, isim yazılmadığı için kimin tarafından gönderildiğini anlayamadım. Ancak dün yapılan Meclis toplantısında ANAP Meclis Üyesi Gülçin Çestırnak tarafından okunmak istenince mektubun aslında sokağın ismini değiştirmek isteyen ANAP'lı 10 Meclis Üyesi'ni de kapsadığına emin oldum. Köşe yazımdan sonra Meclis'in aldığı bu karardan rahatsız olanların sayıları artmaya başladı. Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesi Köşe Yazarı Doğan Hızlan, Hürriyet Gazetesi köşe yazarı Macit Sefiloğlu ve Yeni Asır Gazetesi köşe yazarı Mehmet Şakir Örs, alınan kararın karşısında olduklarını belirttiler. Aynı gün Yeni Asır, Sabah, Gazete Ege ve Hürriyet Gazeteleri Urla Meclisi'nin aldığı bu kararı ilkel olarak nitelendirerek okuyucularına sundular. Ardından devreye ANAP'lı bakanlar girdi ve kararın değişmesi için baskı yapmaya başladılar. ANAP lideri Mesut Yılmaz ise İzmir İl Başkanı'nı arayarak bu saçma karardan dönülmesi talimatını verdi. Bu çerçevede bana gönderilen mektubun son cümlesine göre, tüm köşe yazarları, gazete yöneticileri, ANAP'lı politikacılar ve özellikle ANAP lideri Mesut Yılmaz, şehit aileleri ve Urla Anavatan Grubu adına "kınacaklar" listesinde olmalı.İlk yazımda üst-düzey ANAP'lı politikacıların "alt-düzey" politikacılardan farklı olduğunu belirtmiştim. Beni "ilkeli" bir gazeteci olarak değerlendirmiş olacaklar, birçok ANAP'lı milletvekili ile özellikle Türk-Yunan ilişkileri konusunda düzenlenen uluslararası toplantılara katıldım. Tarafımdan düzenlenen uluslararası toplantılara ANAP'lı milletvekillerini davet ettim. Onlar da katılmaktan mutlu oldular. Bu konulardaki aklı başında yaklaşımlarını bildiğim için, alt-düzey ANAP'lı politikacıların meseleleri "tam olarak anlama" konusunda sıkıntı çektiklerini açıklamak istemiştim. Alt-düzey politikacılar, her soruna şehit aileleri kalkanı ile yaklaşmayı son zamanlarda bir moda haline getirdiler. Kimsenin şehitler ve şehit aileleri konusunda bir sorunu yok. Urla'nın veya Türkiye'nin her sokağına şehitlerin adları verilebilir, veriliyor da... Bu konuda hiçbir köşe yazarı ya da gazeteci "Bu sokağa neden şehit ismi verdiniz" diye sormuyor, tam tersine destekliyor. Aynı desteği ben de veriyorum. Ancak şehit ailelerinin alt-düzey politikacılar tarafından kalkan gibi kullanılmasına karşıyım...
YENİ ASIR 22 - 06 - 1999
YENİ ASIR 22 - 06 - 1999
Etiketler:
Türk - Yunan İlişkileri
22 Mayıs 1999 Cumartesi
Doğruya ulaşmak
Kardak adası civarında bundan bir hafta önce yüzme girişiminde bulunarak Türkiye ile Yunanistan'ı olası bir çatışmaya götüren genç gazeteci arkadaşlarıma yönelik yazdığım eleştiri yüklü makale ilginç bir tartışma yarattı. Yazının yayınlandığı gün aldığım faksların tamamı olumluydu. Bugüne kadar basın teröründen nasibini almış sivil toplum örgütü üyeleri, 3 yıl önceki Kardak krizinde gazetecilerin oynadığı olumsuz rolü unutmayan okurlar makalenin birçok gerçeği içerdiğini belirttiler.
Ancak üç gün sonra olaya katılan genç arkadaşlarımdan kendilerine yönelik "ağır" eleştirilerimden dolayı olumsuz mesajlar almaya başladım. Bu mesajlar daha çok Çağdaş Gazeteciler Derneği Ege Şube Başkanı sıfatı taşımama karşılık, büyük kısmı derneğimin üyesi olan genç gazetecilere karşı kullandığım tanımlamaya yönelikti.
Bir grup televizyon habercisi ise makalemde bir tek Show TV'yi öne çıkardığımı, savaş çığırtkanlığı yapan diğer büyük gazeteler ve kanalları eleştirmediğimi iddia etmişler.
Öncellikle bu bir köşe yazısıydı ve sadece benim düşüncelerimi içeriyordu. Bu yazıyı dernek başkanı sıfatı ile kaleme almadım veya altına böyle bir imza atmadım.
Show TV'nin öne çıkarılması olay sonrası yaşadıklarımla ilgili. Yunanistan'da Show TV mantığında yayın yapan iki büyük televizyon kanalı var. SKY ve Antenna... Her iki kanal da yayın mantığını milliyetçi, devletçi yapıya dayandırıyor, izleyicinin aklı yerine duygularına yöneliyor. Türkiye üzerine olan her olumsuz haberde Türkiye'de aynı tarzda yayın yapan Show TV'nin görüntülerini ve amblemini kullanıyor. Ve genelde şu yorumu yapıyorlar: "İşte Türk gazeteciler. İki ülke arasında savaş çıkarmak istiyorlar. Bu gazeteciler devlet tarafından yönlendiriliyor..."
Kardak krizinden sonra Yunanlı gazetecilerle kurduğumuz "Ege ve Trakya'da Gazeteciler Barış Platformu" adlı örgüt bu mantığa karşı "Türkiye ve Yunanistan'da barış isteyen gazeteciler de yaşıyor" mesajını vermek istemişti. Üç yıldır özellikle Ege Bölgesi'nde ve Yunan adalarında yapılan toplantılar gazeteciler arasında anti-savaş düşüncesinin geliştirilmesine yönelikti. Ancak iki ülke arasında olumsuz gelişmelerin yaşanmasına neden olacak son olayda baş aktör konumunu yine her iki ülkeden gazetecilerin üstlenmesi beni gerçekten üzdü. Üstelik bu arkadaşlarımızın hepsi bölge şartlarını iyi biliyor, iki ülke arasında barışın kurulabilmesi için çalışan sivil örgütleri yakından izliyorlardı. Kendilerine yönelik kullandığım sıfatlar ağır olabilir. Onların tepkisini de anlıyorum. Gazetecilik etiği konusunda derneğimin harekete geçmesi konusundaki eleştirilerine de katılıyorum. Ancak genç arkadaşlarımızın çalıştıkları alanda belli bir düzeye gelmesi konusunda sivil toplum örgütü desteğinin yanısıra kendilerini de geliştirmeleri gerektiği kanısındayım.
İzmir'de bu makaleden sonra gazeteciler arasında başlayan etik tartışmasının, kişisel boyuta inmeden, istenilen düzeyde sürmesi hepimizin dileği... Bir tokat belki bizi kendimize getirir ve gazetecinin kim olduğu, ne olması gerektiği konusunda tartışarak doğru sonuçlara ulaşmamıza yardımcı olur...
YENİ ASIR 22 - 05 - 1999
Ancak üç gün sonra olaya katılan genç arkadaşlarımdan kendilerine yönelik "ağır" eleştirilerimden dolayı olumsuz mesajlar almaya başladım. Bu mesajlar daha çok Çağdaş Gazeteciler Derneği Ege Şube Başkanı sıfatı taşımama karşılık, büyük kısmı derneğimin üyesi olan genç gazetecilere karşı kullandığım tanımlamaya yönelikti.
Bir grup televizyon habercisi ise makalemde bir tek Show TV'yi öne çıkardığımı, savaş çığırtkanlığı yapan diğer büyük gazeteler ve kanalları eleştirmediğimi iddia etmişler.
Öncellikle bu bir köşe yazısıydı ve sadece benim düşüncelerimi içeriyordu. Bu yazıyı dernek başkanı sıfatı ile kaleme almadım veya altına böyle bir imza atmadım.
Show TV'nin öne çıkarılması olay sonrası yaşadıklarımla ilgili. Yunanistan'da Show TV mantığında yayın yapan iki büyük televizyon kanalı var. SKY ve Antenna... Her iki kanal da yayın mantığını milliyetçi, devletçi yapıya dayandırıyor, izleyicinin aklı yerine duygularına yöneliyor. Türkiye üzerine olan her olumsuz haberde Türkiye'de aynı tarzda yayın yapan Show TV'nin görüntülerini ve amblemini kullanıyor. Ve genelde şu yorumu yapıyorlar: "İşte Türk gazeteciler. İki ülke arasında savaş çıkarmak istiyorlar. Bu gazeteciler devlet tarafından yönlendiriliyor..."
Kardak krizinden sonra Yunanlı gazetecilerle kurduğumuz "Ege ve Trakya'da Gazeteciler Barış Platformu" adlı örgüt bu mantığa karşı "Türkiye ve Yunanistan'da barış isteyen gazeteciler de yaşıyor" mesajını vermek istemişti. Üç yıldır özellikle Ege Bölgesi'nde ve Yunan adalarında yapılan toplantılar gazeteciler arasında anti-savaş düşüncesinin geliştirilmesine yönelikti. Ancak iki ülke arasında olumsuz gelişmelerin yaşanmasına neden olacak son olayda baş aktör konumunu yine her iki ülkeden gazetecilerin üstlenmesi beni gerçekten üzdü. Üstelik bu arkadaşlarımızın hepsi bölge şartlarını iyi biliyor, iki ülke arasında barışın kurulabilmesi için çalışan sivil örgütleri yakından izliyorlardı. Kendilerine yönelik kullandığım sıfatlar ağır olabilir. Onların tepkisini de anlıyorum. Gazetecilik etiği konusunda derneğimin harekete geçmesi konusundaki eleştirilerine de katılıyorum. Ancak genç arkadaşlarımızın çalıştıkları alanda belli bir düzeye gelmesi konusunda sivil toplum örgütü desteğinin yanısıra kendilerini de geliştirmeleri gerektiği kanısındayım.
İzmir'de bu makaleden sonra gazeteciler arasında başlayan etik tartışmasının, kişisel boyuta inmeden, istenilen düzeyde sürmesi hepimizin dileği... Bir tokat belki bizi kendimize getirir ve gazetecinin kim olduğu, ne olması gerektiği konusunda tartışarak doğru sonuçlara ulaşmamıza yardımcı olur...
YENİ ASIR 22 - 05 - 1999
16 Nisan 1999 Cuma
Suçlu biziz
Saat gecenin 12'si... Tavernanın birinde alkol sınırını zorlayan 45 kişi ciğerlerini patlatırcasına 10. yıl marşı söylüyor. Aynı saatlerde bir diskoda yaşları 18 ile 25 arası olan gençler yine 10. yıl marşı eşliğinde dansediyor. Okul yemeklerinde, düğün törenlerinde, işadamlarının veya kamu kuruluşlarının gecelerinde de 10. yıl marşı istek parça olarak çalınıyor.
Cumhuriyetin 75. yıl kutlamalarını gerçekleştiren Türkiye bugünlerde 10. yıl marşını yeniden keşfetti. Üstelik elinde daha yeni olan 50. yıl marşı olmasına rağmen...
Geçmişe öykünme sorunu yaşanıyor ülkemizde. Yaşadıkları sorunlardan bunalan, bu sorunlara çare üretmesi gereken siyasi mekanizmaların yetersizliğinden yakınan insanlar 1930'ları özlüyor.
Tüm ülkenin birlik içinde hareket ettiği, Batılı stardartları yakalamak için yarıştıkları, umut vaadeden bir lidere canları pahasına destek çıktıkları 1930'ları yeniden yaşamak istiyor insanlar...
Kürt-Türk çekişmesinin yaşanmadığı, irticanın gelişmediği, enflasyon kelimesinin anlamanın bilinmediği, Batı'nın saygı duyduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni özlüyorlar. Türkiye'nin "asr-ı saadeti" denilen Atatürk dönemine bir öykünme bugünlerde yaşanan.
Yaşanan umutsuzluğun, çıkış noktası bulamamanın sonuçları yansıyor meyhane köşelerine, düğün törenlerine...
Suçluyorlar... Batılı devletleri, komşularımızı, ekonomik sistemi, siyasi yapıyı, kısacası herşeyi suçluyorlar.
Kendilerini asla... Kendi tarihi hakkında objektif bilgi sahibi olmadıkları konusunda suçlamadı kendini Türk halkı. Ya da Osmanlı mozayiğinden ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal kimliği konusundaki bilgisizliğini.
1940'larda büyük bir darbe geçiren Batı'nın toparlanma süreci içinde gerçekleştirdiği reformları öğrenme konusunda hiç gayret sarfetmedi... 10 yılda bir yaşanan askeri darbelerin nedenlerini düşünmedi. Alkış tutmak dışında... En büyük erdem olarak saydı devletine güvenmeyi. Yapılan hataları eleştirme gereği bile hissetmedi.
Gerçek demokrasinin yapı taşları sivil toplum örgütlerine "devlet karşıtları" damgası vurdu hiç düşünmeden.
1980'lerden sonra iyice su üstüne çıkan "köşe dönmeci" mantığı kolay benimsedi; bir dostunu, arkadaşını dibe itmeyi bile göze alarak... Hukuka saygıyı unuttu. Kıyıları istila etti, eski eserlerin yerine apartmanlar dikilmesine izin verdi, kamu arazileri üzerine gecekondular oturtup kaçak binalara tapu veren politikacılara oy yağdırdı. Her eleştiriyi kendisine bir saldırı olarak nitelendirdi. Kabuğuna çekilmeyi bir savunma sistemi saydı. Şimdi dibe çöküldü...
Ancak bu şansı da iyi değerlendirmiyor, geçmişe öykünerek bir kaçış alanı daha yaratıyoruz kendimize...
Birbiri ardına gelen sorunlar karşısında geçen 75 yılı ve kendimizi tahlil etmek yerine kaçmayı yeğliyoruz. Ya da kurtuluşumuzu sağlayacak bir lideri beklemeyi... Ama unutmayalım yıl 2000... Toplumları kurtaranlar artık liderler değil toplumların kendileri...
YENİ ASIR 06 - 04 - 1999
Cumhuriyetin 75. yıl kutlamalarını gerçekleştiren Türkiye bugünlerde 10. yıl marşını yeniden keşfetti. Üstelik elinde daha yeni olan 50. yıl marşı olmasına rağmen...
Geçmişe öykünme sorunu yaşanıyor ülkemizde. Yaşadıkları sorunlardan bunalan, bu sorunlara çare üretmesi gereken siyasi mekanizmaların yetersizliğinden yakınan insanlar 1930'ları özlüyor.
Tüm ülkenin birlik içinde hareket ettiği, Batılı stardartları yakalamak için yarıştıkları, umut vaadeden bir lidere canları pahasına destek çıktıkları 1930'ları yeniden yaşamak istiyor insanlar...
Kürt-Türk çekişmesinin yaşanmadığı, irticanın gelişmediği, enflasyon kelimesinin anlamanın bilinmediği, Batı'nın saygı duyduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni özlüyorlar. Türkiye'nin "asr-ı saadeti" denilen Atatürk dönemine bir öykünme bugünlerde yaşanan.
Yaşanan umutsuzluğun, çıkış noktası bulamamanın sonuçları yansıyor meyhane köşelerine, düğün törenlerine...
Suçluyorlar... Batılı devletleri, komşularımızı, ekonomik sistemi, siyasi yapıyı, kısacası herşeyi suçluyorlar.
Kendilerini asla... Kendi tarihi hakkında objektif bilgi sahibi olmadıkları konusunda suçlamadı kendini Türk halkı. Ya da Osmanlı mozayiğinden ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal kimliği konusundaki bilgisizliğini.
1940'larda büyük bir darbe geçiren Batı'nın toparlanma süreci içinde gerçekleştirdiği reformları öğrenme konusunda hiç gayret sarfetmedi... 10 yılda bir yaşanan askeri darbelerin nedenlerini düşünmedi. Alkış tutmak dışında... En büyük erdem olarak saydı devletine güvenmeyi. Yapılan hataları eleştirme gereği bile hissetmedi.
Gerçek demokrasinin yapı taşları sivil toplum örgütlerine "devlet karşıtları" damgası vurdu hiç düşünmeden.
1980'lerden sonra iyice su üstüne çıkan "köşe dönmeci" mantığı kolay benimsedi; bir dostunu, arkadaşını dibe itmeyi bile göze alarak... Hukuka saygıyı unuttu. Kıyıları istila etti, eski eserlerin yerine apartmanlar dikilmesine izin verdi, kamu arazileri üzerine gecekondular oturtup kaçak binalara tapu veren politikacılara oy yağdırdı. Her eleştiriyi kendisine bir saldırı olarak nitelendirdi. Kabuğuna çekilmeyi bir savunma sistemi saydı. Şimdi dibe çöküldü...
Ancak bu şansı da iyi değerlendirmiyor, geçmişe öykünerek bir kaçış alanı daha yaratıyoruz kendimize...
Birbiri ardına gelen sorunlar karşısında geçen 75 yılı ve kendimizi tahlil etmek yerine kaçmayı yeğliyoruz. Ya da kurtuluşumuzu sağlayacak bir lideri beklemeyi... Ama unutmayalım yıl 2000... Toplumları kurtaranlar artık liderler değil toplumların kendileri...
YENİ ASIR 06 - 04 - 1999
Etiketler:
Ulusal Siyaset
14 Nisan 1999 Çarşamba
En Atatürkçüler
Siz yaşamınız boyunca en liberal, en kapitalist, en milliyetçi, en sosyal demokrat ya da en Marksist ünvanı alan şahıs veya kurumlarla hiç karşılaştınız mı? Hindistan'da "en Gandici" ünvanı ile haber yazan bir gazeteciye rastladınız mı? Ya da "en Olof Palmeci" bir İsveçli turist ile İzmir'de karşı karşıya geldiniz mi? Amerika'da "en Roosveltçi" yarışması yapıldığı konusunda bir bilginiz var mı?
Bir İngiliz'e "Ülkenizdeki en Churchillci sanatçı kimdir?" sorusu sorarsanız, zavallı adam yavaşça cep telefonuna uzanır, en yakın akıl hastanesini arar, kısık bir sesle, "Burada acayip biri var. Garip sorular soruyor. Lütfen ilgilenir misiniz?" der.
Türkiye'de gariplikler cenneti gibi. Biz de alıştık herhalde fazla etkilenmiyor, tavır göstermiyoruz...
Ama bu kez olay öyle bir noktaya geldi ki, birilerinin olaya müdahale etmesi ve "Siz ne yapmak istiyorsunuz"?" sorusunu sorması gerekiyor... Atatürkçü Düşünce Derneği İzmir Şubesi bir "ilke" daha imza attı ve İzmir'deki "en Atatürkçü"leri belirledi! Ödülleri sahiplerine dün yapılan törenle takdim etti. "En Atatürkçü Kamu Yöneticisi", "En Atatürkçü Rektör", "En Atatürkçü Öğretmen", "En Atatürkçü Sanatçı", "En Atatürkçü Gazeteci", "En Atatürkçü Haber Müdürü", "En Atatürkçü Spiker", "En Atatürkçü Öğrenciler", "En Atatürkçü Sanat Kurumu", "En Atatürkçü Meslek Örgütü", "En Atatürkçü Ticari Kuruluş" dallarında ödül veren dernek yönetim kurulunun adaylar arasında seçim yaparken çok zorlandıkları kesin.
Örneğin dernek başkanının ifadesine göre "en Atatürkçü gazeteci" ve "en Atatürkçü haber müdürü" ödülü dernek faaliyetlerine en fazla muhabir gönderen ve dernek hakkında gazetede en fazla yer veren meslektaşlarımıza gitmiş. Bunun için dernek yönetim kurulu hergün tüm gazeteleri kontrol etmiş, hatta haberlerinin büyüklüğünü cetvelle ölçerek "en Atatürkçü gazeteci" ve "en Atatürkçü haber müdürü"nü saptamış."En Atatürkçü spiker" (bu kategoriyi bir türlü anlayamadım) ünvanı sanırım bir haberde Atatürk kelimesini en iyi söyleyen spikere verilmiş. Bunun için tüm yerel kanallar günlerce tek tek seyredilmiş ve karara varılmış. Bu yoğun tempo içinde derneğin yönetim kurulu gerçekten çok yorgun olmalı. Ama bu yorgunluk arasında şöyle bir durup, özellikle de aynaya bakıp, "Biz bunu niye yaptık?" sorusunu sormaları gerekiyor. "En Atatürkçü kamu görevlisi" seçerken diğer kamu görevlilerini bir kademe aşağıda bırakmış olmuyor musunuz? Diğer kamu görevlileri, "Bu ödülü bana vermeyerek benim, ödülü alan kamu görevlisine göre daha az Atatürkçü olduğumu iddia ediyorsunuz" savıyla dava açsa kendinizi nasıl savunacaksınız?
Üstelik ödül verdiğiniz alanlarda çalışan herkesin Atatürkçülük konusunda ne yaptığını tek tek denetleme şansınız var mı? Örneğin, Devlet Su İşleri Müdürlüğü'nde çalışan basit bir işçi belki de ödül verdiğiniz kamu görevlisine göre çok daha Atatürkçüdür.
Zaten "çok Atatürkçü" veya "az Atatürkçü" gibi bir sınıflama olmaz ki!. Bu "en başarılı sporcu" veya "en başarılı sanatçı" yarışması değil ki! Derneğin bu gurur veren çalışmasına iyi yanıtı Türk atasözü veriyor herhalde."Vur deyince öldürüyorlar..." Bu sütunda Atatürkçü Düşünce Derneği İzmir Şubesi'ne 2 sütun 30 santim yer verdiğime göre "En Atatürkçü köşe yazarı" ünvanını da ben hakettim sanırım."En Atatürkçü köşe yazarı" goes to Süleyman Gençel...
YENİ ASIR 14 - 04 - 1999
Bir İngiliz'e "Ülkenizdeki en Churchillci sanatçı kimdir?" sorusu sorarsanız, zavallı adam yavaşça cep telefonuna uzanır, en yakın akıl hastanesini arar, kısık bir sesle, "Burada acayip biri var. Garip sorular soruyor. Lütfen ilgilenir misiniz?" der.
Türkiye'de gariplikler cenneti gibi. Biz de alıştık herhalde fazla etkilenmiyor, tavır göstermiyoruz...
Ama bu kez olay öyle bir noktaya geldi ki, birilerinin olaya müdahale etmesi ve "Siz ne yapmak istiyorsunuz"?" sorusunu sorması gerekiyor... Atatürkçü Düşünce Derneği İzmir Şubesi bir "ilke" daha imza attı ve İzmir'deki "en Atatürkçü"leri belirledi! Ödülleri sahiplerine dün yapılan törenle takdim etti. "En Atatürkçü Kamu Yöneticisi", "En Atatürkçü Rektör", "En Atatürkçü Öğretmen", "En Atatürkçü Sanatçı", "En Atatürkçü Gazeteci", "En Atatürkçü Haber Müdürü", "En Atatürkçü Spiker", "En Atatürkçü Öğrenciler", "En Atatürkçü Sanat Kurumu", "En Atatürkçü Meslek Örgütü", "En Atatürkçü Ticari Kuruluş" dallarında ödül veren dernek yönetim kurulunun adaylar arasında seçim yaparken çok zorlandıkları kesin.
Örneğin dernek başkanının ifadesine göre "en Atatürkçü gazeteci" ve "en Atatürkçü haber müdürü" ödülü dernek faaliyetlerine en fazla muhabir gönderen ve dernek hakkında gazetede en fazla yer veren meslektaşlarımıza gitmiş. Bunun için dernek yönetim kurulu hergün tüm gazeteleri kontrol etmiş, hatta haberlerinin büyüklüğünü cetvelle ölçerek "en Atatürkçü gazeteci" ve "en Atatürkçü haber müdürü"nü saptamış."En Atatürkçü spiker" (bu kategoriyi bir türlü anlayamadım) ünvanı sanırım bir haberde Atatürk kelimesini en iyi söyleyen spikere verilmiş. Bunun için tüm yerel kanallar günlerce tek tek seyredilmiş ve karara varılmış. Bu yoğun tempo içinde derneğin yönetim kurulu gerçekten çok yorgun olmalı. Ama bu yorgunluk arasında şöyle bir durup, özellikle de aynaya bakıp, "Biz bunu niye yaptık?" sorusunu sormaları gerekiyor. "En Atatürkçü kamu görevlisi" seçerken diğer kamu görevlilerini bir kademe aşağıda bırakmış olmuyor musunuz? Diğer kamu görevlileri, "Bu ödülü bana vermeyerek benim, ödülü alan kamu görevlisine göre daha az Atatürkçü olduğumu iddia ediyorsunuz" savıyla dava açsa kendinizi nasıl savunacaksınız?
Üstelik ödül verdiğiniz alanlarda çalışan herkesin Atatürkçülük konusunda ne yaptığını tek tek denetleme şansınız var mı? Örneğin, Devlet Su İşleri Müdürlüğü'nde çalışan basit bir işçi belki de ödül verdiğiniz kamu görevlisine göre çok daha Atatürkçüdür.
Zaten "çok Atatürkçü" veya "az Atatürkçü" gibi bir sınıflama olmaz ki!. Bu "en başarılı sporcu" veya "en başarılı sanatçı" yarışması değil ki! Derneğin bu gurur veren çalışmasına iyi yanıtı Türk atasözü veriyor herhalde."Vur deyince öldürüyorlar..." Bu sütunda Atatürkçü Düşünce Derneği İzmir Şubesi'ne 2 sütun 30 santim yer verdiğime göre "En Atatürkçü köşe yazarı" ünvanını da ben hakettim sanırım."En Atatürkçü köşe yazarı" goes to Süleyman Gençel...
YENİ ASIR 14 - 04 - 1999
Etiketler:
Ulusal Siyaset
12 Nisan 1999 Pazartesi
İdeolojik yaklaşımlar - 3
Türkiye'nin, Türk toplumunun dil ve tarih konularında yaşadığı açmazlar, modernleşmenin ve Batılılaşmanın yukarıdan aşağıya doğru gelişmesi, devlet olgusunun aşırı büyümesine, sivil toplumun güçsüzleşmesine neden oldu.
Türkiye Cumhuriyet Tarihi'nin özellikle ilk döneminde devletin Batılılaşma konusunda lokomotif görevi üstlenmesi olumlu karşılanırken, ikinci dönemde bu olgunun istenilen sonucu vermediği ortaya çıktı. Devlet, bu dönemde lokomotif konumundan çıkıp, gelişmeyi frenleyen bozulmuş bir vagon konumuna dönüştü.
Ancak devlet, bugün bozulan yapısına karşılık tüm kurumları ile sivil toplumun üzerindeki etkisini artırmaya, baskıcı olmaya yöneliyor. Sivil toplum ise devletin bu yaklaşımını göğüslemeye çalışırken sorunların büyümemesi için daha duyarlı davranıyor.
Bu ilginç durum bir İsrailli diplomatın sözlerinde açıkça belirleniyor:
"Türkiye gerçekten garip bir ülke. Bir yanda gelişmeyi sürekli engelleyen bir devlet var, diğer yanda gelişmenin lokomotifini üstlenen sivil toplum. Sivil hareket kendi içinde örgütleniyor. Bu örgütlenmenin liderleri Türk kamuoyu tarafından çok iyi tanınan ve güvenilen isimler. Buna rağmen bu isimler devlet-sivil toplum ilişkilerinde devletin kendisini yeniden organize etmesine destek olamıyor, kendi fikirlerini devlet kurumlarına aktaramıyor. Devlet bu isimleri ve örgütleri dikkate almasına karşılık yine de kendi sistemini üretmeye özen gösteriyor. Sonuçta sivil toplum-devlet ilişkisi bir çatışmaya dönüşmüyor ama Türkiye'nin gelişmesine de destek olmuyor..."
Peki, Türk devleti gelişime neden bu kadar kapalı?
En büyük sorun devletin geleneksel kurumlarının kendilerini yeniden üretememesinden kaynaklanıyor. Cumhuriyet ideolojisini kendilerine bayrak olarak alan bu kurumlar dünyadaki gelişim karşısında cumhuriyet ideolojisini yenileyemediler. Bu ideolojiyi geliştirmek yerine onu bir ilkeler bütünü olarak gördüler ve değişime karşılık bu ilkeleri savunmayı sürdürdüler.
Dünya liberalleşmenin tartışmasını yaparken, Türkiye devletleşmeyi savundu. Özelleştirme karşıtlığı, tahkim yasası, sendikal mücadele hep devletleştirme ideolojisinin genel mantığı içinde tartışıldı.
Batı, demokrasi tanımını "çoğunluğun kararlarının kabulü"nden, "azınlığın çıkarlarının gözetilmesi" şekline dönüştürürken, Türkiye demokrasiyi "ulus-devlet ideolojisinin toplum tarafından kabulü" olarak tanımladı ve bu tanımlamayı hala sürdürüyor.
Dünya aşağıdan yukarıya bir örgütlenme modelinin daha demokratik olduğunu savunurken, Türkiye yukarıdan aşağı örgütlenmenin üzerinde odaklanıyor. Bu yaklaşımı da şöyle açıklıyor:"Batı insanı ile Türk insanı arasındaki fark büyük. Biz insanımızı eğitmek zorundayız. Devletin tüm kurumlarıyla bu gelişmeyi sağlaması gerekiyor." Bu yaklaşım özünde şöyle bir bakış açısını getiriyor:
"İnsanımıza güvenmiyoruz. Onları bırakırsak istemediğimiz noktalara doğru gidebilirler."
Devletin toplumundan korktuğu, insanına güvenmediği bir yapı içinde Türkiye'nin gelişmesini beklemek gerçekten hayalcilik olacak.
YENİ ASIR 12 - 04 - 1999
Türkiye Cumhuriyet Tarihi'nin özellikle ilk döneminde devletin Batılılaşma konusunda lokomotif görevi üstlenmesi olumlu karşılanırken, ikinci dönemde bu olgunun istenilen sonucu vermediği ortaya çıktı. Devlet, bu dönemde lokomotif konumundan çıkıp, gelişmeyi frenleyen bozulmuş bir vagon konumuna dönüştü.
Ancak devlet, bugün bozulan yapısına karşılık tüm kurumları ile sivil toplumun üzerindeki etkisini artırmaya, baskıcı olmaya yöneliyor. Sivil toplum ise devletin bu yaklaşımını göğüslemeye çalışırken sorunların büyümemesi için daha duyarlı davranıyor.
Bu ilginç durum bir İsrailli diplomatın sözlerinde açıkça belirleniyor:
"Türkiye gerçekten garip bir ülke. Bir yanda gelişmeyi sürekli engelleyen bir devlet var, diğer yanda gelişmenin lokomotifini üstlenen sivil toplum. Sivil hareket kendi içinde örgütleniyor. Bu örgütlenmenin liderleri Türk kamuoyu tarafından çok iyi tanınan ve güvenilen isimler. Buna rağmen bu isimler devlet-sivil toplum ilişkilerinde devletin kendisini yeniden organize etmesine destek olamıyor, kendi fikirlerini devlet kurumlarına aktaramıyor. Devlet bu isimleri ve örgütleri dikkate almasına karşılık yine de kendi sistemini üretmeye özen gösteriyor. Sonuçta sivil toplum-devlet ilişkisi bir çatışmaya dönüşmüyor ama Türkiye'nin gelişmesine de destek olmuyor..."
Peki, Türk devleti gelişime neden bu kadar kapalı?
En büyük sorun devletin geleneksel kurumlarının kendilerini yeniden üretememesinden kaynaklanıyor. Cumhuriyet ideolojisini kendilerine bayrak olarak alan bu kurumlar dünyadaki gelişim karşısında cumhuriyet ideolojisini yenileyemediler. Bu ideolojiyi geliştirmek yerine onu bir ilkeler bütünü olarak gördüler ve değişime karşılık bu ilkeleri savunmayı sürdürdüler.
Dünya liberalleşmenin tartışmasını yaparken, Türkiye devletleşmeyi savundu. Özelleştirme karşıtlığı, tahkim yasası, sendikal mücadele hep devletleştirme ideolojisinin genel mantığı içinde tartışıldı.
Batı, demokrasi tanımını "çoğunluğun kararlarının kabulü"nden, "azınlığın çıkarlarının gözetilmesi" şekline dönüştürürken, Türkiye demokrasiyi "ulus-devlet ideolojisinin toplum tarafından kabulü" olarak tanımladı ve bu tanımlamayı hala sürdürüyor.
Dünya aşağıdan yukarıya bir örgütlenme modelinin daha demokratik olduğunu savunurken, Türkiye yukarıdan aşağı örgütlenmenin üzerinde odaklanıyor. Bu yaklaşımı da şöyle açıklıyor:"Batı insanı ile Türk insanı arasındaki fark büyük. Biz insanımızı eğitmek zorundayız. Devletin tüm kurumlarıyla bu gelişmeyi sağlaması gerekiyor." Bu yaklaşım özünde şöyle bir bakış açısını getiriyor:
"İnsanımıza güvenmiyoruz. Onları bırakırsak istemediğimiz noktalara doğru gidebilirler."
Devletin toplumundan korktuğu, insanına güvenmediği bir yapı içinde Türkiye'nin gelişmesini beklemek gerçekten hayalcilik olacak.
YENİ ASIR 12 - 04 - 1999
Etiketler:
Ulusal Siyaset
11 Nisan 1999 Pazar
İdeolojik yaklaşımlar - 2
Türkiye'deki tabu konulardan biri de "tarih bilinci" ve 1923 sonrası oluşan tarih anlayışının günümüze yansımasıdır...
Soruna şöyle bir tesbit ile başlamak istiyorum."Türk toplumunun tarihi yoktur. Daha doğrusu Türk toplumunun tarihi 1923 yılında başlar..." Böyle bir tanımlama günümüz toplumunda "kabul edilemez" olarak nitelendirilir. Hatta bu tanımlamaya karşı savlar üretilmeye başlar, Türklerin aslında tarih konusuna önem verdikleri, yüzyıllar boyunca kurdukları büyük imparatorlukların günümüz toplumu tarafından izlendiği, modern Türk insanının bu bilinci devam ettirdiği ileri sürülür...
Ancak günümüz insanında görülen tarih bilinci sadece savaşlar ve barışlardan oluşmaktadır. Orta Asya'daki Türk göçlerinden 1923 yılına ulaşan geniş tarih vadisinde savaşlar ve barışlar ön plana çıkartılmış, toplumun sosyal ve kültürel yapıları gözardı edilmiştir.
Burada bir örnek verelim konunun daha iyi anlaşılması için... Liseden mezun olan bir Türk genci için Osmanlı İmparatorluğu ne ifade eder? Yanıt çok kolaydır."600 yıllık büyük bir imparatorluk kuran Osmanlılar son dönemlerde kötü padişahlar tarafından yönetilmiş, Anadolu'yu ele geçirmek isteyen Batılı devletlere karşı Türk halkı Mustafa Kemal önderliğinde Kurtuluş mücadelesi başlatmış ve modern Türkiye'nin ilk adımları atılmıştır." Aynı gence "Osmanlı İmparatorluğu'nu tanımlayın" şeklinde bir soru sorulduğu taktirde çok klasik bir yanıt daha alırsınız."Padişahlar tarafından yönetilen Osmanlı bir döneme damgasını vurmuş, Viyana kapılarına kadar dayanmıştır." Acaba kaç Türk genci Osmanlı imparatorluğu'nun ekonomik ve sosyal düzeni hakkında bilgi sahibidir? Osmanlı'nın son döneminde ortaya çıkan fikir akımlarının günümüz modern Türkiyesi'nin oluşmasındaki katkılarından haberdardır? Osmanlı'nın laik ya da İslam imparatorluğu olarak tanımlanmasında hangi kriterleri kullanmaktadır? Maalesef yukarıdaki sorulara objektif yanıt verecek Türk sayısı gerçekten çok az... Günümüz Türk insanı Osmanlı İmparatorluğu'nun sosyal ve kültürel tarihini tanımıyor. O dönemin fikir hareketlerinin toplumu nasıl şekillendirdiğini bilmiyor. İşte bu bilgi eksikliği, Türk insanının modern Türk toplumunu tanımlarken hata yapmasına neden oluyor. Sorunu başka bir örnekle açalım... Yunanistan ile yaşadığımız sorunlarda Yunan toplumunun hala "megali idea" çerçevesinde hareket ettiğini, Yunan insanınında geçmişe bir özlem olduğunu düşünürüz... Yunan toplumu geçmişine son derece bağlı, son 300 yılın sosyal ve ekonomik tarihini biliyor.
1924 mübadelesi ile Anadolu'yu terkeden Yunanlılar bu konu hakkında binlerce kitap yazıp bir sonraki jenerasyona bilgilerini aktarmışlar... Aynı dönemi yaşayan Türkler ise mübadele sonrası Anadolu'ya geldiklerinde geçmişin üzerine bir sünger çekmişler. Daha doğru bir ifade ile Cumhuriyet ideolojisi çerçevesinde geçmişi unutup sadece geleceğe yönelmişler.
Bugün bile 1924 öncesi Girit'te, Bosna'da, Arnavutluk'ta, Midilli'de, Selanik'te yaşayan ailelerin yaşam standartları, sosyal konumları, politik yapıları üzerine bir araştırma yapılmamış, aile ağaçları çizilmemiştir.
Sosyal ve kültürel tarihi araştırılmayan bir toplum yanlış sonuçlara ulaşıyor, ortaya çıkan hatalı sonuçlara göre kendini düzenlemeye çalışıyor ve tabii sonuçta büyük hayal kırıklığı yaşıyor...
YENİ ASIR 11 - 04 - 1999
Soruna şöyle bir tesbit ile başlamak istiyorum."Türk toplumunun tarihi yoktur. Daha doğrusu Türk toplumunun tarihi 1923 yılında başlar..." Böyle bir tanımlama günümüz toplumunda "kabul edilemez" olarak nitelendirilir. Hatta bu tanımlamaya karşı savlar üretilmeye başlar, Türklerin aslında tarih konusuna önem verdikleri, yüzyıllar boyunca kurdukları büyük imparatorlukların günümüz toplumu tarafından izlendiği, modern Türk insanının bu bilinci devam ettirdiği ileri sürülür...
Ancak günümüz insanında görülen tarih bilinci sadece savaşlar ve barışlardan oluşmaktadır. Orta Asya'daki Türk göçlerinden 1923 yılına ulaşan geniş tarih vadisinde savaşlar ve barışlar ön plana çıkartılmış, toplumun sosyal ve kültürel yapıları gözardı edilmiştir.
Burada bir örnek verelim konunun daha iyi anlaşılması için... Liseden mezun olan bir Türk genci için Osmanlı İmparatorluğu ne ifade eder? Yanıt çok kolaydır."600 yıllık büyük bir imparatorluk kuran Osmanlılar son dönemlerde kötü padişahlar tarafından yönetilmiş, Anadolu'yu ele geçirmek isteyen Batılı devletlere karşı Türk halkı Mustafa Kemal önderliğinde Kurtuluş mücadelesi başlatmış ve modern Türkiye'nin ilk adımları atılmıştır." Aynı gence "Osmanlı İmparatorluğu'nu tanımlayın" şeklinde bir soru sorulduğu taktirde çok klasik bir yanıt daha alırsınız."Padişahlar tarafından yönetilen Osmanlı bir döneme damgasını vurmuş, Viyana kapılarına kadar dayanmıştır." Acaba kaç Türk genci Osmanlı imparatorluğu'nun ekonomik ve sosyal düzeni hakkında bilgi sahibidir? Osmanlı'nın son döneminde ortaya çıkan fikir akımlarının günümüz modern Türkiyesi'nin oluşmasındaki katkılarından haberdardır? Osmanlı'nın laik ya da İslam imparatorluğu olarak tanımlanmasında hangi kriterleri kullanmaktadır? Maalesef yukarıdaki sorulara objektif yanıt verecek Türk sayısı gerçekten çok az... Günümüz Türk insanı Osmanlı İmparatorluğu'nun sosyal ve kültürel tarihini tanımıyor. O dönemin fikir hareketlerinin toplumu nasıl şekillendirdiğini bilmiyor. İşte bu bilgi eksikliği, Türk insanının modern Türk toplumunu tanımlarken hata yapmasına neden oluyor. Sorunu başka bir örnekle açalım... Yunanistan ile yaşadığımız sorunlarda Yunan toplumunun hala "megali idea" çerçevesinde hareket ettiğini, Yunan insanınında geçmişe bir özlem olduğunu düşünürüz... Yunan toplumu geçmişine son derece bağlı, son 300 yılın sosyal ve ekonomik tarihini biliyor.
1924 mübadelesi ile Anadolu'yu terkeden Yunanlılar bu konu hakkında binlerce kitap yazıp bir sonraki jenerasyona bilgilerini aktarmışlar... Aynı dönemi yaşayan Türkler ise mübadele sonrası Anadolu'ya geldiklerinde geçmişin üzerine bir sünger çekmişler. Daha doğru bir ifade ile Cumhuriyet ideolojisi çerçevesinde geçmişi unutup sadece geleceğe yönelmişler.
Bugün bile 1924 öncesi Girit'te, Bosna'da, Arnavutluk'ta, Midilli'de, Selanik'te yaşayan ailelerin yaşam standartları, sosyal konumları, politik yapıları üzerine bir araştırma yapılmamış, aile ağaçları çizilmemiştir.
Sosyal ve kültürel tarihi araştırılmayan bir toplum yanlış sonuçlara ulaşıyor, ortaya çıkan hatalı sonuçlara göre kendini düzenlemeye çalışıyor ve tabii sonuçta büyük hayal kırıklığı yaşıyor...
YENİ ASIR 11 - 04 - 1999
Etiketler:
Ulusal Siyaset
10 Nisan 1999 Cumartesi
İdeolojik yaklaşımlar - 1
Her gün bir konu üzerine yorum yapmak veya bilinen bir olayın geleceği hakkında konuşmak hem bu köşenin yazarının hem de okuyucusunun dinamizmini engelliyor. Bu çerçevede bundan böyle pazartesi günleri farklı bir tarz, farklı bir uslup denemeyi düşünüyorum. Bu sütunda belli konular üzerine yapılacak yeni açılımlar hakkında olumlu veya olumsuz eleştirilerinizi bekliyorum. Yazar-okuyucu ilişkisinden çıkıp bir fikir jimnastiği konumuna dönüşecek, toplumumuzda tabu olarak görülen konuların tartışılacağı bu sütun, Türkiye'de modern, değişimci, batılı tarzda demokratik bir yapının oluşmasına yardımcı olacaktır.
Bugün tartışmaya açacağım ilk tabu: Harf Devrimi... Sizce Mustafa Kemal'in 1 Kasım 1922'de gerçekleştirdiği Harf Devrimi'nin amacı Türk halkının Osmanlıca'nın zorluğundan kaynaklanan okuma yazma konusundaki açmazının yok etmek miydi, yoksa Osmanlı'dan politik ve kültürel anlamda kopuşun bir simgesi olarak mı düşünüldü? Bu satırların yazarı için ikinci eltarnatif ağır basıyor.
Harf devrimi bana göre politik bir karar. Ve "modern" Türkiye yaratmak isteyen Mustafa Kemal'in geçmişin izlerini silmek, kültürel ağırlığını ortadan kaldırmak için kendi dönemi ve bakış açısına göre aldığı iyi bir taktik karardı. Toplum, özellikle 28 sonrası yeni jenerasyon, "Modern Türk Devleti"nin isteğine göre şekillenecek, 600 yıllık Osmanlı'ya ve onun ideolojisine kültürel anlamda kültürel anlamda bir darbe indirilecekti. Aşı tuttu. Harf Devrimi'nin yanısıra kurulan Türk Dil Kurumu da, dilde yer alan Arapça ya da Farsça sözcüklerin yerine ürettiği yeni sözcüklerle bu süreci hızlandırdı... Ve belki de Türkiye dünya üzerinde bugüne kadar görülmemiş bir hızla dil devrimini tamamladı."Tamamladı" diyorum çünkü günümüz Türkiye'sinde liseden mezun olan bir genci bırakın eski yazı okumayı, 1910 yılında yazılmış ve Latin alfabesine çevrilmiş bir metni anlaması mümkün değil.
Anlasa ne olacak sorusu gelebilir burada. Bence Türk genci Osmanlıca okuyabilse ve okuduğunu anlayabilse günümüz Türkiye'sini yorumlamakta bu kadar zorlanmaz, taşları daha doğru bir şekilde yerine oturtabilirdi. Doğru bilgiye tek bir ideolojik perspektifte yaklaşmak yerine, kaynağa inerek karşılaştırma yapma şansına kavuşurdu. Türkiye'da var olan temel çelişkileri, Kürt sorununu, İslami akımların yapısal özelliklerini, Türkiye-Batı toplumu ilşikisi çelişkisini toplumsal tarih bilinci içinde kavrama şansına sahip olurdu.
Türk toplumu maalesef talihsiz bir toplum. Sosyal tarih çalışmalarının bulunmadığı, politik tarihin bile sadece savaşlar ve barışlar olarak dikte ettirildiği bir toplumda farklı sosyal sınıflar, milliyetler, dinsel bakış açıları arasında bir uyum yaratmak güç oluyor. Halkın tek bir ideolojik pencereden bakması ya da bakmak zorunda kalması belki sistemin bir süre işlemesini sağlıyor, ama var olan sistem bir süre sonra kendini üretmekte zorlanıyor. Üretimsizlik nedeniyle bugüne kadar üretilenleri dışarıdan gelen baskılara karşı koruma inhtiyacı hissediyor. Korumak istedikçe çevresindeki zarı kalınlaştırıyor, ve dış dünya ile ilişkisini kesiyor. Bu aşamadan sonra ne yapılabilir? Zor bir soru. Kendi kabuğuna çekilmiş yapının kırılması çok güç. Bence atılacak en önemli adım Türkiye'de tabu olarak kabul edilen konular üzerinde tartışalacak bir ortam yaratmak. Bunu başarabilirsek, hem batı tarzı demokratik devlet oluşturma yolunda önemli bir adım atmış oluruz, hem de sorunları tartışmaya açmak ile devleti yıkma arasında bir ilişki olmadığını anlatırız.
YENİ ASIR 04 - 10 - 1999
Bugün tartışmaya açacağım ilk tabu: Harf Devrimi... Sizce Mustafa Kemal'in 1 Kasım 1922'de gerçekleştirdiği Harf Devrimi'nin amacı Türk halkının Osmanlıca'nın zorluğundan kaynaklanan okuma yazma konusundaki açmazının yok etmek miydi, yoksa Osmanlı'dan politik ve kültürel anlamda kopuşun bir simgesi olarak mı düşünüldü? Bu satırların yazarı için ikinci eltarnatif ağır basıyor.
Harf devrimi bana göre politik bir karar. Ve "modern" Türkiye yaratmak isteyen Mustafa Kemal'in geçmişin izlerini silmek, kültürel ağırlığını ortadan kaldırmak için kendi dönemi ve bakış açısına göre aldığı iyi bir taktik karardı. Toplum, özellikle 28 sonrası yeni jenerasyon, "Modern Türk Devleti"nin isteğine göre şekillenecek, 600 yıllık Osmanlı'ya ve onun ideolojisine kültürel anlamda kültürel anlamda bir darbe indirilecekti. Aşı tuttu. Harf Devrimi'nin yanısıra kurulan Türk Dil Kurumu da, dilde yer alan Arapça ya da Farsça sözcüklerin yerine ürettiği yeni sözcüklerle bu süreci hızlandırdı... Ve belki de Türkiye dünya üzerinde bugüne kadar görülmemiş bir hızla dil devrimini tamamladı."Tamamladı" diyorum çünkü günümüz Türkiye'sinde liseden mezun olan bir genci bırakın eski yazı okumayı, 1910 yılında yazılmış ve Latin alfabesine çevrilmiş bir metni anlaması mümkün değil.
Anlasa ne olacak sorusu gelebilir burada. Bence Türk genci Osmanlıca okuyabilse ve okuduğunu anlayabilse günümüz Türkiye'sini yorumlamakta bu kadar zorlanmaz, taşları daha doğru bir şekilde yerine oturtabilirdi. Doğru bilgiye tek bir ideolojik perspektifte yaklaşmak yerine, kaynağa inerek karşılaştırma yapma şansına kavuşurdu. Türkiye'da var olan temel çelişkileri, Kürt sorununu, İslami akımların yapısal özelliklerini, Türkiye-Batı toplumu ilşikisi çelişkisini toplumsal tarih bilinci içinde kavrama şansına sahip olurdu.
Türk toplumu maalesef talihsiz bir toplum. Sosyal tarih çalışmalarının bulunmadığı, politik tarihin bile sadece savaşlar ve barışlar olarak dikte ettirildiği bir toplumda farklı sosyal sınıflar, milliyetler, dinsel bakış açıları arasında bir uyum yaratmak güç oluyor. Halkın tek bir ideolojik pencereden bakması ya da bakmak zorunda kalması belki sistemin bir süre işlemesini sağlıyor, ama var olan sistem bir süre sonra kendini üretmekte zorlanıyor. Üretimsizlik nedeniyle bugüne kadar üretilenleri dışarıdan gelen baskılara karşı koruma inhtiyacı hissediyor. Korumak istedikçe çevresindeki zarı kalınlaştırıyor, ve dış dünya ile ilişkisini kesiyor. Bu aşamadan sonra ne yapılabilir? Zor bir soru. Kendi kabuğuna çekilmiş yapının kırılması çok güç. Bence atılacak en önemli adım Türkiye'de tabu olarak kabul edilen konular üzerinde tartışalacak bir ortam yaratmak. Bunu başarabilirsek, hem batı tarzı demokratik devlet oluşturma yolunda önemli bir adım atmış oluruz, hem de sorunları tartışmaya açmak ile devleti yıkma arasında bir ilişki olmadığını anlatırız.
YENİ ASIR 04 - 10 - 1999
Etiketler:
Ulusal Siyaset
20 Mart 1999 Cumartesi
Uçuşa serbest alanlar
İzmir semalarında son günlerde büyük kuşlar uçuyor. Büyükşehir belediye başkan adaylarının açıklamaları ve proje tanıtımlarından sonra bu kuşlar gözüme daha büyük görünmeye başladılar. Bazen adayların kamuoyuna sundukları projelerin bir gecede hazırlandığı gibi bir dehşete kapılıyorum. Biz kenti emanet edeceğimiz insanları seçmek için aylarca düşünüyoruz, buna karşılık adaylar İzmir'in geleceği hakkında bir gecede karar veriyorlar gibi... Havada uçan asıl büyük proje "Üçkuyular-Bostanlı Köprü Projesi." Ama burada seçime katılan her adayın dilinden düşmediği için metro projesinden sözetmek istiyorrum. Modern dünyanın kitle ulaşım aracı olan metro fikri İzmir'e bundan 10 yıl önce Özfatura döneminde geldi.
Yüksel Çakmur başkan iken projelendirildi. Şimdiki büyükşehir belediye başkanı Burhan Özfatura tarafından bazı değişikliklerle uygulamaya kondu. 43 kilometrelik metronun 11.7 kilometrelik ilk bölümünün yapımına 1995'te başlandı. Bu yıl sonunda bitirilmesi planlanıyor. Diğer büyükşehir adaylarının metro projeleri de İzmir'in tamamının bu modern ulaşım sistemi ile donatılması gerektiğini vurguluyor. Adaylar yapılmakta olan metro hattını Balçova ve Bornova merkeze kadar uzatıyor. İkinci hat Buca'ya ve havaalanına kadar ulaşıyor. Işıkkent'te yapılan otobüs garına ulaşan bir başka metro hattı da gündemde. Büyükşehir adayları şehrin kuzey bölümünü de unutmamış. diğer bir hat, Bayraklı üzerinden Karşıyaka'ya ve Çiğli'ye kadar uzanıyor. Kısacası İzmir metro ağı ile sarılıyor.Çok güzel... Adayların hepsini bu düşüncelerinden dolayı tebrik ediyorum.
Ancak İzmir trafiğini rahatlatacak projeyi öyle bir anlatıyorlar ki, sanki görevde kalacakları 5 yıl içinde bu ağı tamamlamayı başaracaklar. Herkes gibi metronun yapımı için gerekli kaynağı nereden bulacaklarını sormayacağım. Bu sorulara verilecek yanıtları tahmin ediyorum: "Dünya Bankası'ndan kredi alacağız, çeşitli yabancı bankalardan uzun vadeli kredi bulacağız..." Bu yanıtları kontrol etme şansımız yok. Dünya Bankası'nın Türkiye Masası'na telefon edip, "İzmir büyükşehir belediye başkanı adayları İzmir'de gerçekleştirecekleri metro projesi için sizden ne kadar kaynak alabilirler?" diye sorsam, telefon ya suratıma kapanır, ya da "Kardeşim limonun fiyatını sormuyorsun, aşağı yukarı 50 kilometre uzunluğunda son derece önemli bir projenin kredilendirilmesini soruyorsun. Böyle bir proje için gerekli altyapı çalışmalarının neler olduğunu biliyor musun?" yanıtı ile karşılaşırım. O nedenle adaylarımızın bu kaynağı bulduklarını farzediyorum. Beni ilgilendiren böyle bir projenin yapım süresi... Bir örnek verelim. Yüz yıllık Londra Metrosu İngilizlerin hayatında önemli yer tutar. Aynı İngilizler "Jubilee Hattı"nı dokların bulunduğu bölgeye kadar uzatmak için 24 kilometrelik inşaatı 8 yılda bitirebildiler. Atina belediyesi de aynı sorunu yaşıyor. Kifisia'dan Pire limanına kadar olan 14 kilometrelik hattı kesen 11 kilometrelik ikinci hattın yapımına 5 yıl önce başladılar. 2004 olimpiyatlarına yetiştirmeye çalışıyorlar. Bu örneklere bakınca büyükşehir belediye başkan adaylarının ortalama 50 kilometrelik metro projesini ne kadar süre içinde bitireceklerini tahmin bile edemiyorum. En iyi ihtimalle 15 yıl, ortalama bir hızla 30 yıl... Yapımı 15-20 yılı bulacak büyük projeler, büyükşehir adaylarına puan kazandırmıyor, tam tersi kaybettiriyor. Üstelik metro projesi bir zorunluluk. Kimse bu projenin karşısında değil. Her gelen aday bu projeye sahip çıkmadan, kaldığı yerden devam etmek zorunda.Umarız başkan adayları da farkına varır...
YENİ ASIR 20 - 03 - 1999
Yüksel Çakmur başkan iken projelendirildi. Şimdiki büyükşehir belediye başkanı Burhan Özfatura tarafından bazı değişikliklerle uygulamaya kondu. 43 kilometrelik metronun 11.7 kilometrelik ilk bölümünün yapımına 1995'te başlandı. Bu yıl sonunda bitirilmesi planlanıyor. Diğer büyükşehir adaylarının metro projeleri de İzmir'in tamamının bu modern ulaşım sistemi ile donatılması gerektiğini vurguluyor. Adaylar yapılmakta olan metro hattını Balçova ve Bornova merkeze kadar uzatıyor. İkinci hat Buca'ya ve havaalanına kadar ulaşıyor. Işıkkent'te yapılan otobüs garına ulaşan bir başka metro hattı da gündemde. Büyükşehir adayları şehrin kuzey bölümünü de unutmamış. diğer bir hat, Bayraklı üzerinden Karşıyaka'ya ve Çiğli'ye kadar uzanıyor. Kısacası İzmir metro ağı ile sarılıyor.Çok güzel... Adayların hepsini bu düşüncelerinden dolayı tebrik ediyorum.
Ancak İzmir trafiğini rahatlatacak projeyi öyle bir anlatıyorlar ki, sanki görevde kalacakları 5 yıl içinde bu ağı tamamlamayı başaracaklar. Herkes gibi metronun yapımı için gerekli kaynağı nereden bulacaklarını sormayacağım. Bu sorulara verilecek yanıtları tahmin ediyorum: "Dünya Bankası'ndan kredi alacağız, çeşitli yabancı bankalardan uzun vadeli kredi bulacağız..." Bu yanıtları kontrol etme şansımız yok. Dünya Bankası'nın Türkiye Masası'na telefon edip, "İzmir büyükşehir belediye başkanı adayları İzmir'de gerçekleştirecekleri metro projesi için sizden ne kadar kaynak alabilirler?" diye sorsam, telefon ya suratıma kapanır, ya da "Kardeşim limonun fiyatını sormuyorsun, aşağı yukarı 50 kilometre uzunluğunda son derece önemli bir projenin kredilendirilmesini soruyorsun. Böyle bir proje için gerekli altyapı çalışmalarının neler olduğunu biliyor musun?" yanıtı ile karşılaşırım. O nedenle adaylarımızın bu kaynağı bulduklarını farzediyorum. Beni ilgilendiren böyle bir projenin yapım süresi... Bir örnek verelim. Yüz yıllık Londra Metrosu İngilizlerin hayatında önemli yer tutar. Aynı İngilizler "Jubilee Hattı"nı dokların bulunduğu bölgeye kadar uzatmak için 24 kilometrelik inşaatı 8 yılda bitirebildiler. Atina belediyesi de aynı sorunu yaşıyor. Kifisia'dan Pire limanına kadar olan 14 kilometrelik hattı kesen 11 kilometrelik ikinci hattın yapımına 5 yıl önce başladılar. 2004 olimpiyatlarına yetiştirmeye çalışıyorlar. Bu örneklere bakınca büyükşehir belediye başkan adaylarının ortalama 50 kilometrelik metro projesini ne kadar süre içinde bitireceklerini tahmin bile edemiyorum. En iyi ihtimalle 15 yıl, ortalama bir hızla 30 yıl... Yapımı 15-20 yılı bulacak büyük projeler, büyükşehir adaylarına puan kazandırmıyor, tam tersi kaybettiriyor. Üstelik metro projesi bir zorunluluk. Kimse bu projenin karşısında değil. Her gelen aday bu projeye sahip çıkmadan, kaldığı yerden devam etmek zorunda.Umarız başkan adayları da farkına varır...
YENİ ASIR 20 - 03 - 1999
Etiketler:
Yerel Siyaset
18 Mart 1999 Perşembe
Tehlikeli fikirler
İzmir ve Ege'nin geleceği üzerine fikir üretenlerin sayısında seçim ortamıyla birlikte büyük bir artış yaşanıyor. Bölgenin ekonomik yapısı tartışılıyor, yatırımların yoğunlaşacağı bölgeler saptanıyor, kentlerin modernleşmesi için belediye başkan adaylarının ve partilerin projeleri masaya yatırılıyor. Tartışma ortamının yaratılması mutlaka çok önemli. Bazı projelerin gelişmesine, yeni nitelikler kazanmasına yardımcı oluyor. Ancak bana göre çok önemli bir eksik gözardı ediliyor. Konunun felsefi alt yapısı...
"İzmir ve Ege'nin geleceği ne olacak" konulu bir tartışmaya şu soru ile başlayabiliriz.
"Ege için Milano modeli mi, Kaliforniya modeli mi daha uygundur?" Milano modeli, İtalya'daki kuzey-güney çatışmasından ortaya çıkan, zengin kuzeyin güney bölgelerini desteklemesi zorunluluğuna karşı olan bir düşünce akımı... Milano ekolünü savunanların ortak düşüncesi şu: "İtalya'nın diğer bölgelerinin geri kalmışlığı bizi ilgilendirmiyor. Ürettiğimiz artı-değerin bir bölümünü güneye vermek yerine, kendi gelişmemiz için kullanabiliriz. İtalyan hükümetine verdiğimiz vergilerin sadece bir bölümü bize yatırım olarak geri dönüyor. Önemli bir bölümü ise artı-değer üretmeyen güneye aktarılıyor. Bu kuzeye yapılan bir haksızlıktır..." Kaliforniya modeli ise daha uluslararası bir bakış açısına sahip. Amerikan ekonomisinin üçte birini kontrol eden Kaliforniya, Milano anlayışının yerine, ürettiğini ABD'nin diğer bölgeleriyle paylaşmaktan çekinmiyor. Ancak bu paylaşım sonucunda hem uluslararası yatırımların kendi bölgesinde yoğunlaşmasını sağlıyor, hem de Amerikan politikası içinde aktif rol oynuyor. Dünya ile bütünleşerek yeni teknolojik gelişmelerin bölgede yatırım haline dönüşümünü sağlıyor. Milano düşüncesi bize çok yabancı değil. Son 10 yıldır İzmir'de bu tarz bir bölgecilik tezi çok sayıda taraftar buldu. Hatta bazı sivil toplum örgütleri bu düşüncenin öncülüğünü üstlendi. Ege'ye yatırım artışı sağlayan milletvekilleri el üstünde tutuldu, başarılı olarak nitelendirildi. Burada iki yanlış anlayış gözümüze çarpıyor. İlki devletin kamu yatırımlarını adil paylaştırma sorunu. Belli bir plan ve programa bağlı olması gereken kamu yatırımlarının paylaşımı, ikili ilişkilere endeksleniyor.İkincisi farklı bölgelerin milletvekilleri kamu yatırımı için karşı karşıya geliyor. Örneğin İzmirli bir milletvekilinin bölgesine getirdiği bir yatırımın finansı bir başka bölgenin yatırımından kaydırılıyor. Rizeli milletvekili de Ege'ye yapılacak bir yatırımı kendi bölgesine kaydırıyor. Ege bu ülkenin bir bölgesi iken, diğer bölgeler bu ülkenin içinde değil mi? Yoksa ben bilmeden bu ülke parçalandı mı? Unutmayalım, bölgecilik anlayışını en sıkı şekilde uygulayan Milano modeli, "Güneyden ayrılarak Kuzey İtalya devleti kuralım" sloganı olarak şekil değiştirdi. Kamu yatırımlarını adil dağıtmayı başaran Türkiye'de milletvekilleri gerçek görevlerine dönerlerse, asıl başarının Türkiye'nin ve Ege'nin önünü açacak yasaların çıkarılmasında olduğunu göreceklerdir.
Birçok avantajı elinde bulunduran Ege ve İzmir, rasyonel bir sistem içinde ABD'nin Kaliforniya bölgesi gibi Türkiye'nin uluslararası sisteme eklemleşmesini sağlayan ana aktör görevini üstlenecektir.
Önemli olan, kenti, bölgeyi ve ülkeyi yönetecek olanların görev ve sorumluluklarını doğru tahlil etmeleridir. Çünkü bu halk, yanlış tahlillerin ve modellerin olumsuz sonuçlarını yıllardır çekiyor.
YENİ ASIR 18 - 03 - 1999
"İzmir ve Ege'nin geleceği ne olacak" konulu bir tartışmaya şu soru ile başlayabiliriz.
"Ege için Milano modeli mi, Kaliforniya modeli mi daha uygundur?" Milano modeli, İtalya'daki kuzey-güney çatışmasından ortaya çıkan, zengin kuzeyin güney bölgelerini desteklemesi zorunluluğuna karşı olan bir düşünce akımı... Milano ekolünü savunanların ortak düşüncesi şu: "İtalya'nın diğer bölgelerinin geri kalmışlığı bizi ilgilendirmiyor. Ürettiğimiz artı-değerin bir bölümünü güneye vermek yerine, kendi gelişmemiz için kullanabiliriz. İtalyan hükümetine verdiğimiz vergilerin sadece bir bölümü bize yatırım olarak geri dönüyor. Önemli bir bölümü ise artı-değer üretmeyen güneye aktarılıyor. Bu kuzeye yapılan bir haksızlıktır..." Kaliforniya modeli ise daha uluslararası bir bakış açısına sahip. Amerikan ekonomisinin üçte birini kontrol eden Kaliforniya, Milano anlayışının yerine, ürettiğini ABD'nin diğer bölgeleriyle paylaşmaktan çekinmiyor. Ancak bu paylaşım sonucunda hem uluslararası yatırımların kendi bölgesinde yoğunlaşmasını sağlıyor, hem de Amerikan politikası içinde aktif rol oynuyor. Dünya ile bütünleşerek yeni teknolojik gelişmelerin bölgede yatırım haline dönüşümünü sağlıyor. Milano düşüncesi bize çok yabancı değil. Son 10 yıldır İzmir'de bu tarz bir bölgecilik tezi çok sayıda taraftar buldu. Hatta bazı sivil toplum örgütleri bu düşüncenin öncülüğünü üstlendi. Ege'ye yatırım artışı sağlayan milletvekilleri el üstünde tutuldu, başarılı olarak nitelendirildi. Burada iki yanlış anlayış gözümüze çarpıyor. İlki devletin kamu yatırımlarını adil paylaştırma sorunu. Belli bir plan ve programa bağlı olması gereken kamu yatırımlarının paylaşımı, ikili ilişkilere endeksleniyor.İkincisi farklı bölgelerin milletvekilleri kamu yatırımı için karşı karşıya geliyor. Örneğin İzmirli bir milletvekilinin bölgesine getirdiği bir yatırımın finansı bir başka bölgenin yatırımından kaydırılıyor. Rizeli milletvekili de Ege'ye yapılacak bir yatırımı kendi bölgesine kaydırıyor. Ege bu ülkenin bir bölgesi iken, diğer bölgeler bu ülkenin içinde değil mi? Yoksa ben bilmeden bu ülke parçalandı mı? Unutmayalım, bölgecilik anlayışını en sıkı şekilde uygulayan Milano modeli, "Güneyden ayrılarak Kuzey İtalya devleti kuralım" sloganı olarak şekil değiştirdi. Kamu yatırımlarını adil dağıtmayı başaran Türkiye'de milletvekilleri gerçek görevlerine dönerlerse, asıl başarının Türkiye'nin ve Ege'nin önünü açacak yasaların çıkarılmasında olduğunu göreceklerdir.
Birçok avantajı elinde bulunduran Ege ve İzmir, rasyonel bir sistem içinde ABD'nin Kaliforniya bölgesi gibi Türkiye'nin uluslararası sisteme eklemleşmesini sağlayan ana aktör görevini üstlenecektir.
Önemli olan, kenti, bölgeyi ve ülkeyi yönetecek olanların görev ve sorumluluklarını doğru tahlil etmeleridir. Çünkü bu halk, yanlış tahlillerin ve modellerin olumsuz sonuçlarını yıllardır çekiyor.
YENİ ASIR 18 - 03 - 1999
Etiketler:
Yerel Siyaset
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)