Türkiye'nin, Türk toplumunun dil ve tarih konularında yaşadığı açmazlar, modernleşmenin ve Batılılaşmanın yukarıdan aşağıya doğru gelişmesi, devlet olgusunun aşırı büyümesine, sivil toplumun güçsüzleşmesine neden oldu.
Türkiye Cumhuriyet Tarihi'nin özellikle ilk döneminde devletin Batılılaşma konusunda lokomotif görevi üstlenmesi olumlu karşılanırken, ikinci dönemde bu olgunun istenilen sonucu vermediği ortaya çıktı. Devlet, bu dönemde lokomotif konumundan çıkıp, gelişmeyi frenleyen bozulmuş bir vagon konumuna dönüştü.
Ancak devlet, bugün bozulan yapısına karşılık tüm kurumları ile sivil toplumun üzerindeki etkisini artırmaya, baskıcı olmaya yöneliyor. Sivil toplum ise devletin bu yaklaşımını göğüslemeye çalışırken sorunların büyümemesi için daha duyarlı davranıyor.
Bu ilginç durum bir İsrailli diplomatın sözlerinde açıkça belirleniyor:
"Türkiye gerçekten garip bir ülke. Bir yanda gelişmeyi sürekli engelleyen bir devlet var, diğer yanda gelişmenin lokomotifini üstlenen sivil toplum. Sivil hareket kendi içinde örgütleniyor. Bu örgütlenmenin liderleri Türk kamuoyu tarafından çok iyi tanınan ve güvenilen isimler. Buna rağmen bu isimler devlet-sivil toplum ilişkilerinde devletin kendisini yeniden organize etmesine destek olamıyor, kendi fikirlerini devlet kurumlarına aktaramıyor. Devlet bu isimleri ve örgütleri dikkate almasına karşılık yine de kendi sistemini üretmeye özen gösteriyor. Sonuçta sivil toplum-devlet ilişkisi bir çatışmaya dönüşmüyor ama Türkiye'nin gelişmesine de destek olmuyor..."
Peki, Türk devleti gelişime neden bu kadar kapalı?
En büyük sorun devletin geleneksel kurumlarının kendilerini yeniden üretememesinden kaynaklanıyor. Cumhuriyet ideolojisini kendilerine bayrak olarak alan bu kurumlar dünyadaki gelişim karşısında cumhuriyet ideolojisini yenileyemediler. Bu ideolojiyi geliştirmek yerine onu bir ilkeler bütünü olarak gördüler ve değişime karşılık bu ilkeleri savunmayı sürdürdüler.
Dünya liberalleşmenin tartışmasını yaparken, Türkiye devletleşmeyi savundu. Özelleştirme karşıtlığı, tahkim yasası, sendikal mücadele hep devletleştirme ideolojisinin genel mantığı içinde tartışıldı.
Batı, demokrasi tanımını "çoğunluğun kararlarının kabulü"nden, "azınlığın çıkarlarının gözetilmesi" şekline dönüştürürken, Türkiye demokrasiyi "ulus-devlet ideolojisinin toplum tarafından kabulü" olarak tanımladı ve bu tanımlamayı hala sürdürüyor.
Dünya aşağıdan yukarıya bir örgütlenme modelinin daha demokratik olduğunu savunurken, Türkiye yukarıdan aşağı örgütlenmenin üzerinde odaklanıyor. Bu yaklaşımı da şöyle açıklıyor:"Batı insanı ile Türk insanı arasındaki fark büyük. Biz insanımızı eğitmek zorundayız. Devletin tüm kurumlarıyla bu gelişmeyi sağlaması gerekiyor." Bu yaklaşım özünde şöyle bir bakış açısını getiriyor:
"İnsanımıza güvenmiyoruz. Onları bırakırsak istemediğimiz noktalara doğru gidebilirler."
Devletin toplumundan korktuğu, insanına güvenmediği bir yapı içinde Türkiye'nin gelişmesini beklemek gerçekten hayalcilik olacak.
YENİ ASIR 12 - 04 - 1999
12 Nisan 1999 Pazartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder