1990 yılıydı. 23 yaşındaydım. Yeni Asır gazetesinde harika çocuk olarak çalışıyordum. İyi para alıyordum ve hepsini gazetenin yanındaki otelin barında harcıyordum. Akşam 8-11 arası ve 12'den zıbarana kadar. Arada gazeteye dönüp baskıyı kontrol etmek gerekiyordu.
Bütün bunları Süleyman'la beraber yapıyordum. O benim ekürimdi. Gazetenin diğer harika çocuğu. Gerçi eşek kadar herifti, benden 4-5 yaş büyük. İstanbul'dan gelmişti. Biraz havalardaydı ilk başta. Yok iki üniversite bitirmiş, yok Boğaziçi Tarih'te mastır yapıyormuş, yok bilmemkaç dil biliyormuş, şöyle kültürlüymüş, böyle sporcuymuş. İngilizce ve Yunancayı iyi konuşuyordu, Almanca, Fransça ve Arapça bildiğini de iddia ediyordu yanlış hatırlamıyorsam. Ama atıyordu. Neyse, Güngör Mengi bulmuş bunu, iknâ edip postalamışlar İzmir'e. O sırada gazetede yine operasyon var tabii. (Yeni Asır, uç beyliği gibiydi. Ortalama yılda iki defa yönetim değişirdi. Ben yedi yılda üç genel müdür, beş genel yayın yönetmeni, bilmemkaç yazı işleri müdürü gördüm.)
Dediğim gibi, bu Süleyman'ı da vaatlerle kandırıp şutlamışlar. Eleman geldi, şaşırdı. Kasılıp kaldı İzmir'de. Bir tek benimle konuşuyordu. Doğal seçilimden korunmak için mecburen anlaştık. İyi dost olduk. Ona "Sulu" diyordum.
Herif çatlaktı. Ben de normal sayılmazdım. Bütün gün deli gibi çalışıyor, bir sürü yazı düzeltiyor, sayfa çiziyor, onları yapıyor, resim seçiyor, pikaja, montaja bile burnumuzu sokuyorduk. Birbirimize sürekli küfrediyor, birer karış sakal ve tuhaf kıyafetlerle gazetenin içinde dolaşıp duruyorduk. Akşam da sünger gibi içiyorduk. (Ben artık soya eti gibi içiyorum, bu kazma ise evlendi. Ha, bu arada, sosyopat herif, çocuğu olunca oğlanın adını Sanal koydu.)
***
Cuma akşamı taşra baskısını hazırlayıp Sulu'yla Karaca Oteli'nin barına yollandık. Çoğu insanın aksine, Cuma gecesinin diğerlerinden farkı yoktu bizim için. Amerikan bardaki yerlerimize çöktük. İkimiz de sokağı gören camın önünde, barın kısa kenarında oturmayı tercih ediyorduk. Sırtımızı cama dönüyor ve görüş alanımıza kül tablaları, içki şişeleri, bir de barmen İskender'den başka birşey girmemesine dikkat ediyorduk. Barmen İskender komik biriydi. Genç Ali Rıza Binboğa'ydı. Onu Skender diye çağırıyorduk.
"Skender," dedim, "biz geldik. Gardını al."
Sırıtarak ellerini kaldırıp teslim oldu. Garddan anladığı buydu. Süleyman'la ona bakakaldık. Birbirimize dönüp güldük. Bu geceyi de kurtarmış, sebebimizi bulmuştuk... İskender'in durumunun umutsuzluğuna içebilirdik.
Süleyman'ın bir şişe cini, benim de bir şişe votkam olurdu daima. İkisi de Tekel marka. Sadece buzla içerdik. Genellikle gecede yarımşar şişe, bazen birer. Ve aralıksız sigara. Yemek yemezdik. Sadece Skender'in önümüze sürdüğü çiğ sebzeler... Şampanya bardağında havuç, salatalık. Katır-kutur… Süleyman yeşil zeytin severdi. Benden de sürekli sigara otlanırdı. Sebebini anlamazdım. Aynı parayı alıyorduk. Üzerinde durmazdım ama.
Skender votkayla cini verdi. "Oğlum Skender," dedim, "bu ne lan? Ben votka mı istedim? Ne içiyorsunuz, diye sorsana. Ne biçim barmensin?!"
O gün çok yorulmamıştım, keyfim yerindeydi ve bunun suçlusu barmendi. Ama Skender, şaka kaldırırdı. İsterse kaldırmasın, maaşı kadar bahşiş alıyordu bizden. Sırıttı:
"- Ne içiyoruz?"
"- Seni bilmem, ben ayriş kafi istiyorum."
Skender şaşırdı:
"- Abi neskâfi var, Türk kahvesi var."
"- Oğlum Skender, senden adam olmaz. Ayriş kafi diyorum. Barmen misin, hırt mısın! Ayriş kafi ne demek bilmiyor musun?"
Süleyman cinini içiyordu. Bir sigara yaktı. Bense boş gevezelikle uğraşıyordum. Salak enerjisi.
Skender bu arada ölü balık gibi bakmaya başlamıştı.
"- Bilmiyorum abi."
"- Bilmiyorsan sor o zaman."
"- Ne demek abi o dediğin?"
"- İrlanda kahvesi oğlum. Viskiyle, kremayla yapılıyor."
Reçeteyi almıştı Skender. Rahatladı.
"- Yaparız abi, sen iste…"
"- Yap bana bi tane ayriş kafi Skender."
"Hemen abi", deyip önümdeki dolu buzlu votka bardağına uzandı.
"- O kalsın Skender. Senden o. Cezanı çek. Hadi bakayım, güzel filtre kahveye İrlanda viskisi katacaksın iki parmak, restorandan krem şanti de al. Elinle koyma sakın."
Skender'i kadrajımdan çıkarıp bir dikişte votkanın yarısını içtim, içinde olmasını istemediğim limonu kabuğuyla ağzıma attım, çiğnedim, hepsini çalkalayıp yuttum, bir sigara yaktım ve Süleyman'a döndüm. Bana bakarak havuç kemiriyordu. Ağzında aynı anda çamfıstığı, cin, buz kırığı, havuç parçaları, sigara dumanı, psikopat bir sırıtış ve söyleyecek söz bulundurabilen fazla sayıda adam olmadığını düşündüm. Sulu'nun değerini bilmeliydim. "Naber lan?" dedim.
"- N'oldu oğlum, stajyer tamam mı?"
"- Değil… Ne stajyeri be?"
"- Salak, yeni kız pas atıyor sana."
"- Herkese atıyor. Salak sensin… Hiç Burroughs okudun mu?
"- Ne alâkası var ya?"
"- Bi alâkası yok. Konuyu sevmedim."
"- Okudum tabii."
"- İyi."
Ağzına bir salatalık dilimi attı, onu kemirirken kalan cini devirdi, bunları yutmadan bardaktaki buzları da ağzına sızdırdı ve onları kırarken sigarasından bir nefes çekti. Bir yandan da sırıtıyordu. Nasıl yaptığını anlamıyordum. Ağzı mutfak robotu gibiydi.
Bakarken dayanamayıp güldüm ve votkamı bitirdim. Cebimden demir para çıkardım, diğer elimi devreye sokmadan barın üzerine dikip fiskeyi vurdum. Dönerken ikimiz de baktık. Para düştü, durdu. Yazı. "Skender" diye bağırdım.
Barın arkasında diğer uçta saat tamir eder gibi Irish Coffee yapmakta olan Skender doğruldu. Gülerek baktı. O mu çok salaktı, bizim halimiz mi trajikomikti…
Parmaklarımla "iki" yaptım. Tabii ki anlamadı. Aynı işaretle karşılık verdi. Onunki zafer anlamındaydı. Evet, bizim durumumuzda birşey yoktu… O çok salaktı.
Sabırla "Skender, içki" dedim. Gururla yanaştı. Önüme bir fincan koydu. İçinde sütlü kahve renginde bir sıvı vardı. Başımı kaldırdım, pişmiş kelle gibi sırıtıyordu. "Bu ne Skender?" diye sordum. Cevabı biliyordum.
"- Ayliş kafi."
Sulu midesinden gelen kahkaha basıncına dayanamadı, zeytin, havuç, çiğnenmiş buz karışımını bara püskürttü.
Süper herifti Skender.
"- Ayliş değil, ayriş. Hem bunun neresi ayriş kafi oğlum, fincan mı İrlanda'dan?"
"- Aynen tarif ettiğin gibi yaptım abi… Aaay-nen!"
"- Oğlum krem şanti dedik, süt mü koydun içine?"
"- Yok abi, krem şanti koydum iki kaşık, karıştırdım da iyicene…"
"- Karıştırılır mı hiç kaz herif! Kahvenin içine viskiyi dökecen, üstüne kremayı koyup getirecen. Olur mu böyle ayriş kafi?"
"- Ne biliyim ben abicim ya? Karıştırma demedin ki…"
"- Sen de bana 'Abi yüzüme vurma' demedin. Bu yüzden şimdi burnuna bi tane indiğimde 'niye' diye sorma.
"- ………"
"- Kazma herif yaa… Ver ordan votka. Bununla da bulaşık yıkarsın. Hesaba yazayım deme."
"- Ayıp ediyosun abi."
"- Votkaya limon koyma… "
***
Beşer tane içip saçma sapan şeylerden lafladıktan sonra telefon geldi. Gazeteye döndük. Yazı İşleri Müdürü odasındaydı. Kapısını kapatmış, sigara içerek telefonla konuşuyordu. Suratından düşen bin parçaydı. Standart durum. Karısı olmalıydı. KarIsıyla sorunları vardı. Sevgilisiyle de tabii. Kadınlarla hep sorunları olurdu. Onlara şak diye doğruyu söylemek için fazla yumuşaktı. Sonuçta kabak hep bunun başına patlar, geceyarılarına kadar gazetede oturup telefonda fırça yer, dert anlatırdı. Mutsuzdu. İyi adamdı. Dayım olurdu.
Neyse, onu sigara içerken görünce hemen biz de birer tane yaktık. Binada sigara içmek yasaktı. Hatta, bu gerzekliğin Türkiye'de ilk başladığı yerdi Yeni Asır. Süleyman'la ben önemsemezdik. Gerzek değildik.
Basılan gazeteyi kontrol ettik. Şehir baskısına yapılacak ilâveleri gözden geçirdik. Bara dönmeden önce dayımın odasına uğrayıp sigara otlanmaya karar verdik.
Kapıyı açtık. Dayımın yüzü aydınlandı.
"- Eee çocuklar… Bu gece ne yapıyoruz?"
Birbirimize bakıp güldük...
"Munlayt en vodka" dedim. Süleyman ekledi:
"- Bili cin."
Bizimki birşey anlamamıştı. "İçiyoruz" dedim, "ben votka, Sulu az cin…"
"- Az mı? Niye az?"
Bu adama esprinin yanında prospektüs vermek lazımdı. Süleyman "Gidelim Kris" dedi ve dayıma döndü:
"- Sen de gel."
"- Nereye?"
"- Santana Pavyonu'na…"
Dayım, Mustafa Topaloğlu bakışıyla kalakaldı.
"- Nereye olacak, Karaca'ya."
"Tamam," dedi, "size nasıl içileceğini göstereyim."
Süleyman'ın ağzında sigara dumanı, salyası ve kemirdiği tırnağından başka birşey yoktu. Gülerken sadece onları püskürttü. Yunanca birşeyler geveledi. Kafayı bulmaya başlamıştı. Sarhoş olunca bildiği yabancı dillerden tuhaf bir kokteyl yapar, laf diye ortaya söylerdi.
"Şeref duyarız, diyor" dedim, "gidelim. Senden öğreneceğimiz çok şey var."
Dayım "Gidelim arkadaşlar," dedi, "gününüzü göstereyim."
***
İki buçuk saat sonra Süleyman'la ben birer şişeyi devirmiş, dayımın karısıyla, evlâtlarıyla, sevgilisiyle, patronuyla ve diğer gazete yöneticileriyle olan sorunlarının hepsini öğrenmiştik. Birazdan çocukluğunu anlatmaya başlayacaktı.
Süleyman'a döndüm, kafayı bara yaslamış kestiriyordu. Bir yandan havuç çiğnediğini farkettim, o sırada burnundan sigara dumanı saldı. Acayip bir herifti. O uyurken ağzında vardiya değişiyordu sadece… Bu sırada yerinde kaykılan dayımdan şöyle bir ses çıktı:
"- Yaaaa-hşşşteble."
Barda sakil durmaya başlamıştık. Birşeyler yapmalıydım:
"- Lobideki masalardan birine geçelim mi artık?"
Süleyman kafasını kaldırıp itiraz etti:
"- Niye ya, iyi burası…"
"- Sulu, yanındaki müşteri, ara sıra aranızdaki çukur şeye sigarasının külünü silkmek istiyor. Ama içinde kafan olduğu için bunu yapamıyor. Seni uyandırmak istemediği için de yarım saattir sigara yakamıyor."
Süleyman ayağa kalktı, yanındaki kadına ters ters bakarak diğer uca yürüdü. Aralıktan geçip barın arkasına girdi. Bir yandan fermuarını açıyordu. İki adım attı, Skender'le burun buruna geldi. Önce boş boş baktı, sonra tanıdı ve döndü. Barın arkasından çıkıp tuvaletin gerçek yerine yöneldi. Giderken Skender'e seslendi:
"- Bınıbijinvr."
Durum matraklaşmıştı. Süleyman, olmuştu iyice. Laflarını çevirmek zorundaydım:
"- Cin ver oğlum Süleyman abine. Rusça bilmiyo musun sen? Bana da votka."
"- Abi şişen bitti. Yenisini açayım mı?"
"- Yok Skender, açma. Madem bitti votka, o zaman sen bana Altın Likörü aç bi şişe. Hamdi Abi'ye de bi Tom Collins yap."
"- ………."
"- Yaaa! Uğraşma oğlum benimle. Lafla çizerim seni. Açığını biliyorum. Kokteyl siparişi verdirtme bana."
Süleyman geri döndü. İşeyince kendine gelmişti. Çabuk pes ettiğini görmemiştim zaten. "Fermuarını kapat" dedim. Sırıttı, kapattı, oturdu.
"- Skender, cin."
Canlanmıştı. Yanındaki kadına döndü:
"- Size bi içki ikram edeyim."
Kadın güldü:
"- İyi olur."
Süleyman bir dikişte cinin dörtte üçünü içti, bardağı kadının önüne itti. Uzanıp kadının önündeki paketten bir sigara aldı, kadının çakmağıyla yaktı, ağzına birkaç fıstık ve bir zeytin attı. Sigaradan derin bir nefes çekti, hepsini çiğnerken kadına sırıttı. Derhal lobiye geçmeliydik.
Kadın, hedefe ulaşana kadar alttan almaya kararlıydı.
"- Gazetecisiniz herhalde…"
Süleyman "hı hı" derken ağzından bir parça fırlayıp kadının boynuna yapıştı. Süleyman işaret parmağını yaladı, ıslak ucuyla parçayı kadının boynundan aldı ve ağzına attı. Sonra kadının önündeki bardağı işaret etti:
"- İçiyor musunuz?"
Cevap beklemeden kalan yudumu bitirdi, seslendi:
"- Skender, iki cin, çerez ve havuç."
Dayımdan bir horultu yükseldi.
Kadın "Muhabir misiniz?" diye sordu. Süleyman hıçkırdı.
"Şu anda haber" dedim, "Skender, biz lobiye geçiyoruz. Hanfendi kalıyor. Sen kapatmıyor musun hâlâ?"
"- Birazdan abi."
"- İyi, bizim teşkilâtı kur da geçelim. Birer de ayriş kafi yap bize, koy sehpaya."
Skender masaya bolca zeytin, havuç, çerez götürdü. Ardından iki buz kovası, birer şişe cin, votka, rakı, su, üç de kültablası…
Lobideki rahat koltuğa kendimi attım. Saat dörde geliyordu. Skender biraz sonra Irish Coffee müsvettelerini getirdi, masaya bıraktı. Bu sefer karıştırmamıştı. Sağ elinin üzerinde ve ağzının kenarında krem şanti vardı. Beş dakika sonra "iyi sabahlar" deyip gitti.
Süleyman ayıktı. Hemingway'den, London'dan filan konuştuk. Gaza gelip hızlı içmeye başlamıştık. Bu yüzden, laf Mishima'ya gelince mevzuyu değiştirmeyi tercih ettim… Süleyman Fukuyama'dan bahsederken iyice sıkılmaya başlamıştım.
***
İğrenç bir uğultu ve vınlamayla uyandım. Bir şey ayaklarıma vuruyordu. Saldıran yaratığı görmek için doğruldum ve aşağı baktım. Elektrikli süpürgeydi. Yandan ses geldi:
"- Ayakları galdırın."
Ayaklarımı kaldırdım, kadın sehpanın altını iyice aldı. Sonra, sehpaya ayaklarını uzatarak sızmış olan Süleyman'ı kaldırdım. Kafası beton gibiydi. Dayımı kaldıramadık. Efes Oteli'nin önündeki taksi durağına taşıdık, bindirip gönderdik. Süleyman da arkadaki taksiye bindi. Şoför sordu:
"- Abi ne tarafa?"
Süleyman konuşamıyordu. Hatta kafasını kaldıramıyordu. Kaşlarını kaldırarak alnıyla ileriyi işaret etti.
"Karşıyaka'ya" dedim, "vapur iskelesinin önünde bırak. Gider o."
Güneş yükselirken taksiyle ayrı yönlere ilerledik. Evim yakındı. Sokakta insanlar vardı. İşe gidiyorlardı. Az ileride adamın biri simit ve boyoz satıyordu. Bir kadın yanaştı, birşeyler söyleyip para uzattı. Adam, iki bol yağlı boyozu, önceki gün yaptığım dış haberler sayfasına sararak kadına verdi. Yürümeye devam ettim. Dört-beş saat sonra işte olmalıydım. Uğraşacak dört-beş sayfam vardı. Süleyman'ın da öyle…
Gazetenin harika çocuklarıydık. Harika bir hayatımız vardı.
***
İki yıl sonra gazeteciliği bıraktım. İyi oldu.
http://www.batug.com/ 16 - 04 - 2002 (Batuğ Evcimen)
16 Nisan 2002 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder